Şu son günlerin tek gündemi var, türban. Türban ülkenin ilk ve tek gündemi olmayı hak ediyor mu? Bu tartışılır. Çünkü olgunun her sosyolojik olay gibi tek yüzü değil, bir çok farklı yüzü var. Bu yüzlerden görünmeyenleri görünenlerinden çok daha fazla önemli. İlk bakışta öğrenimini üniversitede yapma aşamasına gelmiş kişilere yasaklamalar, özellikle de giyim-kuşamda yasaklamalar getirmek üniversitenin doğasına aykırı. Bu görüşün altına imza atmayacak hiçbir özgür düşünceli öğretim üyesini bırakın vatandaş bile olmayacağına eminim.
Ancak, olay keşke bu kadar basit ve tek boyutlu olsaydı da yapılan işlemleri biz de alkışlayıp, özgür bir rülke olmaya doğru gidişimize sevinç duygularıyla katılsaydık. Halbuki başta ben olmak üzere herkeste bir endişe ve korku var. Çünkü bu durumun bir başlangıç olduğunu görüyor ve endişeleniyoruz. Neyin başlangıcı mı? Aslında birçok şey söylenebilir ama bu kız çocuklarının ve kadınların toplum yaşamından silinmelerinin başlangıcıdır.
Türkiye’de cinsiyet ayrımcılığı Cumhuriyet dönemi hariç hep var olmuş bir kavram. Bunda doğu toplumuna olan coğrafik ve düşünsel yakınlık kadar İslamiyetin bakış açısı da var. O yüzden de Atatürk ilk devrimlerinden birini kadınlara her türlü haklarını vererek yapmış. Çünkü toplumun yarısını yok sayarak ve onların enerji, birkim ve güçlerinden yararlanmadan kalkınmanın mümkün olmadığını görmüş. Bu da bize atak, işlevsel ve üreten bir kadın kuşağı verdi. Ama bunu ancak batı ve büyük iller olmak üzere büyük şehirlerde becerirken kırsalda ve özellikle güneydoğu ve doğu bölgelerinde beceremedik. Özellike anne olduklarında çocuklarını büyüten eğitimli ve eğitimsiz annenin farkını düşününce büyük kayıplarımızın olduğunu görüyoruz.
Bugün ise AKP İslama dayanan davranış ve söylemlerinin en radikaline karar vererek türbanla başlayan ama sonuçta kadını toplum yaşamının dışına çıkaracak eyleminin başlangıcını yapıyor. En basit örneğiyle bugün sayıları çok artan ve belediyeler dahil birçok yerde çalışan başörtülü arkadaşlarımız elimizi sıkmıyorlar, mecbur olmadıkca konuşmuyorlar ve birden kendiliğinden bir farklılık ve ayrımcılık başlıyor. İşler aksıyor, uzuyor veya istendiği gibi yapılamıyor.
Zaten çok açık bir dille ifade ediliyor. Doktor olarak başörtülü bir doktorun erkek hastaya bakmayacağı, hukukçu ise erkeklerle iş yapmayacağı söyleniyor. Bu kadar net örnekten sonra bunu arttırmanın bir gereği yok. Her şey çok açık ve net.
Aşağıda detaylarını vereceğim araştırma zaten durumun hiç de parlak olmadığını gösteriyor.
Yaş gruplarına göre, öğrenim görmeyen, istihdam edilemeyen ve iş aramayan kızların kendi yaş gruplarındaki toplam kız sayısına oranına "kızların atalet oranı" (işe yaramamazlık oranı/üretmeden tüketme oranı) deniliyor. Yani hiçbir şey yapmadan sadece evde oturanlar bu sayıyı oluşturuyor. Eğer 100 kızın sadece 24’ü çalışıyorsa, 76’sı çalışmıyorsa, atalet oranı %76 oluyor.
TİSK'in OECD kaynaklarına dayalı olarak yayımladığı araştırmaya göre:
- AB ülkelerinde 15-19 yaş grubundaki her yüz kızın sadece 3,9'u evde otururken, Türkiye'de %47.5'I evde oturuyor.
- AB ülkelerinde 20-24 yaş grubundaki her 100 kızın 10'u evde otururken, bizde %58,3'ü evde oturuyor.
- AB ülkelerinde 25-29 yaş arasındaki her 100 kızın 17,1'i evde otururken, bizde %65,8'i evde oturuyor.
Araştrımada gençlerde atalet oranı (eğitime devam etmeyen, işi olmayan, iş aramayanların toplam genç sayısı içindeki büyüklüğü) %35. Bu oran OECD ülkelerinde ortalama %9, AB ülkelerinde %7 dolayında gözüküyor. En ilginç veri ise; Türkiye'de evde oturan genç kızlarımızın toplam sayısının 16 Avrupa ülkesinin nüfusundan fazla olmasıdır. Zaten durumumuzun şu anda bile ne kadar kötü olduğu açıkken bir de türbanla başlayan süreçte kadınları tamamen toplumdan, eğitimden silecek bu yaklaşımın sonuçları tüyleri ürpertiyor.
Kalabalık nüfusun akıllı kullanıldığında avantaj, akılsızca kullanıldığında dezavantaj olduğu açık. İşte bizim kalabalık nüfusumuzun bu durum için yansıması Danimarka, Slovakya, Finlandiya, İrlanda, Letonya, Litvanya, Slovenya, Estonya, Kıbrıs Rum kesimi, Lüksemburg, Malta, Norveç, İzlanda, Hırvatistan, Makedonya ve Arnavutluk gibi ülkelerin toplam nüfuslarının bizim eve kapattığımız kızların sayısından daha az olması şeklinde ortaya çıkıyor.
Evdeki bu kız çocuklarının durumu ise karanlık. Eğitim olanağı olmadığından gelişimi mümkün değil. Ne zekalarını, ne bilgilerini ne de kapasitelerini geliştirebiliyor. Televizyonda izin verildiği oranda dış dünyayı izleyen, üretmeyen, yararsız ve en önemlisi de vasıfsız birileri oluyorlar.
Kalabalık nüfusun akıllı kullanıldığında avantaj, akılsızca kullanıldığında dezavantaj olduğu açık. İşte bizim kalabalık nüfusumuzun bu durum için yansıması Danimarka, Slovakya, Finlandiya, İrlanda, Letonya, Litvanya, Slovenya, Estonya, Kıbrıs Rum kesimi, Lüksemburg, Malta, Norveç, İzlanda, Hırvatistan, Makedonya ve Arnavutluk gibi ülkelerin toplam nüfuslarının bizim eve kapattığımız kızların sayısından daha az olması şeklinde ortaya çıkıyor.
Evdeki bu kız çocuklarının durumu ise karanlık. Eğitim olanağı olmadığından gelişimi mümkün değil. Ne zekalarını, ne bilgilerini ne de kapasitelerini geliştirebiliyor. Televizyonda izin verildiği oranda dış dünyayı izleyen, üretmeyen, yararsız ve en önemlisi de vasıfsız birileri oluyorlar.
Bu çocukların ekonomik bağımsızlığının da olamayacağı aşikar. Önce baba ve anne eline bakan bu genç kızlarımız evlendirildiklerinde -bakın evlendiklerinde bile diyemiyorum çünkü öyle bir insiyatifleri, seçim şansları yok- bu sefer evlendikleri kişinin esiri oluyorlar. Durum bu kadar net ve dramatik.
Bu kadar karanlık bir tablonun başlangıcında olanları izlerken yarınlar için çok kaygılıyım. En çok da bunu destekleyen başörtülü kadınların nasıl oluyor da sesleri çıkmıyor, bu kadere boyun eğiyorlar, işte buna şaşıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder