İnsani kalkınma aslında yeni bir terim değil ama yeni bir yaklaşım olabilecek kadar farklı bir bakış açısı. Biz yıllardan beri hep kurumların ön planda tutulduğu bir toplumda yaşıyor olduğumuzdan hep aileyi, devleti, çalışılan kurumu bireyden daha ön planda tutulmasını kanıksamış bir toplumun üyeleriyiz. Çünkü daha ilk okuldan başlayarak bize, eğer kurumlar iyi hale getirilirse bu da bireylerin iyi olması demek olduğu ezberletildi. Ama bu ezberin bozulma zamanının geldiği gözüküyor. Artık bu ezberden kurtulamazsak, olduğumuz yerde saymak bir yana geriye gideceğimizi görmek için 2002’den bu yana bakmak yeterli.
Birey olmanın temel prensiplerinden birisi katılım hakkı. Bu ne demek? Yani birey bir konu hakkında görüşünü bildirme hakkına sahip demek. Hangi konu olursa olsun görüşlerini anlatmak ve inandığı doğruları savunabilmek demek. Bunu söylerken düşünelim. Bizim toplumumuzda bu ne kadar geçerli? Ana konumuz çocuk olduğuna göre bunu çocuk üzerinden değerlendirelim. Çocuk haklarının 4 temel prensibi olan korunma, geliştirme, yaşatma ve katılım hakkından katılım hep en sonda gelen hak. Yani katılım hakkı en sonda olmanın da ötesinde yok sayılan bir hak. Kimsenin umursamayı bıraktım daha haberinin bile olmadığı bir hak.
Çocukların birey olma hakkını daha kendilerinin bile bilmediği ve yok saydığı o kadar çok olayı yaşadık ve yaşıyoruz ki yolun başında daha ilk adımda çocuğun kendinin bile inanmadığı bir durumdan bahsediyoruz. Bununla ilgili yaşadığım iki anımı sizinle paylaşmak istiyorum. İlkinde, bir televizyon programında iki uzman ve bir okulun öğrencileri ile birlikte katılmıştık. Konu, çocuğun okulda dayak yemesiydi. Biz, iki uzman, bu konunun olumsuzluklarını ve diğer boyutlarını tartıştıktan sonra ben spikere bir de çocuklara soralım bakalım ne diyecekler dedim. Çocuklar da İstanbul’un iyi bir semtinde, iyi sayılan okullarından birinde okuyan öğrencilerdi. İlk mikrofonu eline alan çocuk, öğretmen dövüyorsa bildiği vardır dedi. Ben tesadüfi örneklem mantığından hareketle bir sonraki çocuğa mikrofonu vermesini spikere işaret ettim. O da bir kabahat işlemişim ki beni dövüyordur dedi. Hepsi de istisnasız aynı mantığı ve görüşü savunan 50 öğrenciden sonra takdir edersiniz ki ben ve diğer uzmanın söylediklerinin hiçbir anlamı kalmamıştı.
İkinci olayı ise Sarıkamış’ta yaşadım. Sokakta bir çocukla sohbet ederek yürüyorduk. Çocuk karşıdan gelen bir adamı göstererek işte bak benim öğretmenim dedi. Benim öğretmenim diğer öğretmenlerden iyidir dedi. Ben de neden senin öğretmenin diğer öğretmenlerden iyidir diye sordum. Cevabı olduğum yerde durup kalmama neden oldu. Çünkü cevap şuydu; Benim öğretmenim bizi sadece kabahat işlediğimiz zaman dövüyor diğer öğretmenlerse her zaman dövüyor şeklindeydi.
Bunlardan sonra gelmek istediğim nokta şurası. Biz eğer insanı kalkındırmayı hedeflemezsek, o zaman bu anlattığım örnekler ve benzerlerinin yaşamda sıradan, normal görünümler olduğu bir toplumda yaşamaya devam edeceğiz. Ama bunu aşmanın bir yolu var. O da en baştan temel prensibi doğru koymak. Öncelikli olan insandır, kurum değil. İnsanın gelişimi kurumların iyi olmasından çok daha öndedir.
İnsani kalkınma nereden başlıyor. Tabii ki eğitimden. Yani bugüne baktığımızda en kötü olduğumuz alandan. Eğitimin doğru yapılamadığı, hedeflerin ve uygulamaların doğru yapılamadığı yerde insani kalkınma sürdürülebilir olmaktan çıkacaktır. Eğitimde, ilk aşamada okul öncesi eğitimde, zavallılığımızı yok etmemizle başlangıç yapmak ve hemen ardından kız çocukların mutlaka okutulmasını sağlamak gerekiyor. Bunların ardından da kırsal kesimde; okuyor gözüküp de hep tarlada, sahada çalıştırılan çocukların gerçekten okumasını sağlamak gerekiyor.
Bugünün rakamlarına bakıldığında; 8 yıllık zorunlu ilköğretimin ardından net kayıt oranının %89’a çıktığı görülmektedir. Ama liseye devamın ancak %56 oranında olduğunu görüyoruz. Daha da vahimi üniversiteye devamda bu oran %18’e düşmektedir. Bu da nasıl bir elemenin olduğunu gösteren çok net bir resim. Bu tablonun Türkiye genelinde olduğunu hemen söyleyelim. Çünkü bölgeler düzeyinde analize girildiğinde oranların çok daha fazla düştüğünü görüyoruz. Örneğin Güneydoğu Anadolu’da ilköğretim oranları %79, liseye devam %26’ya düşmektedir.
Okul öncesi eğitimde ise durum kelime anlamıyla facia. Çünkü her yıl doğan 1 milyon 400 bin bebekten sadece %20’si erken çocukluk döneminde eğitime başlıyor. Ama bunların da devamlılığı ve sürdürülebilirliği soru işareti. Hepsinin de kentte yaşayan ve göreceli olarak daha iyi ekonomik koşullara sahip ailelerin çocukları olduğunu belirtelim. Ayni eğitimde fırsat eşitliği daha ilk adımda bozuluyor.
Öğretimde kalite problemini ise hiç gündeme getirmiyorum. Çünkü gerçekten asıl problemin burada yattığı görülüyor. Bugün verilen eğitimin, çocuğun gelişiminde ve erişkin olduğunda beceri sahibi olmasında katkı yapacak boyutu yok ve düşünülmemiş. Her geçen gün daha da düşen bir eğitim kalitesinin sadece insan kaynağıyla açıklanması da mümkün değil.
İnsani kalkınma konusunda konuşurken sağlık başta olmak üzere birçok farklı kriterin daha olduğunu ve insanı doğrudan etkilediğini biliyoruz. Konu çok derin ve çok yönlü. Bu konuya daha sonra ki yazılarda da devam edeceğiz. Çünkü Türkiye’nin çıkışı burada yatıyor. Ancak insani kalkınma prensibine oturmuş bir programla bu ülke içinde bulunduğu çukurdan çıkacaktır. Bu yüzden bunu tartışmaya devam edeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder