Sayfalar


ULUSAL İLETİŞİM AĞI

26 Eylül 2010 Pazar

Sorun Çözen Değil Yaratan Sistem: SBS Denen Sınav Ucubesi

Eğitim yılı başladı ya, çocuklarımızın dillendirilmeyen sıkıntıları da beraber başladı. Aslında ilginç bir toplumuz. Herkes kendini başarı adını verdiği skorlara endekslemiş durumda. Ne demek istiyorum; Kimse öncesi ve sonrasını düşünmeden o anda elde ettiği kazanma duygusunu tatmin eden skoru  elde etmeye çalışıyor. Bu durum, büyükler dediğimiz 18 yaşın üstündekiler için özelikle Özal sonrası dönemde yaşam düsturu haline gelmişti de asıl son on yılda çocuklar için çok daha kötüsü ortaya çıktı.

SBS aslında üç harften oluşuyor ama çocukların üç yılını da siliyor. Siliyor da ne oluyor? Bu sınav cenderesini, hedefe tam puan almak için çalışmak şekline koyan çocuklar, pardon anne-babaları,  sınavın  istenilen şekilde geçmesi sonrasında bile yaşananın bir okula  girilmesi olduğunu görüyorlar.

Zaten biliyorlardı diyorsunuz ama bu üç yıl boyunca hedef olarak konulan okula girmenin hiçbir şeyi çözmediğini çünkü asıl problemin sistemin kendisinde olduğunun bilincine ulaşamadan çocuklar çocukluklarını bitiriyorlar.

Benim bu konuda çok basit bir sorum var. Şu SBS sınavı için öğrenci yetiştirmeyi okulun kalitesine ölçü olarak veren ve iyi okul tanımlamasını (?) alan okullardaki rehber öğretmenlere şunları soralım;

Haftalık ya da günlük kaç öğrenciniz size gelerek strese bağlı şikayetlerini anlatıyor?

Kaç öğrencinizde aşırı yükün getirdiği problemlerin dışa yansımasını görüyorsunuz?

Öğrencilerin kaçı teneffüslerde oyun oynuyor kaçı sınıfta kalıp ders çalışıyor?

Sınavlarda tam not alamayan, yanlış sayısı iki veya üç gibi aslında başarılı olmasına rağmen kaç öğrenci kendine kızıyor, ağlıyor veya daha kötüsü sinir krizleri geçiriyor?

Ders dışı spor, tiyatro, müzik gibi konularda periyodik olarak katılan ve bir şeyler yapmaya çalışan kaç öğrenciniz var?

Hafta sonu dershaneye gitmeyen kaç öğrenciniz var?

Bu sorular daha da uzatılabilir. Ama görünen o ki çocuklar bu anlamsız yarışta eziliyor. Burada Milli Eğitim Bakanlığı’nın yap-boza çevirdiği anlamsız müdahalelerle işin daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği sınavların kendisinden hiç bahsetmiyorum.

Benim tartıştığım, dershane haline dönen okullarda mutsuz olan ve bunun travmasını bu yaşta yaşayan, izleri ruhlarında kalan çocuklar. Çocukların sokulduğu bu amansız yarışın bitişinde kazanılan şeyin ne olduğunu kimse anlatamıyor.

Evet, birkaç okulda kaliteli öğrenim görme şansı var. Ama bu birkaç okul dışında eskiden kaliteli eğitimi yansıtan Anadolu Liseleri vardı. Şimdi bir kararla bütün liselerin adı Anadolu Lisesi oldu ama   içerikte değişen bir şey olmadı. Kalitesizlik devam ediyor.

Çocuklar eziliyor. Sadece başarıyı skor yapmak zannediyorlar. İnsan ilişkilerini daha öğrenmeden  kaybettiler. Sorun, arkadaşlıktan anlaşılanın “beraber ders çalışılan kişiler” olması. Çelişki şu ki arkadaşlar aynı zamanda çocukların en büyük rakipleri.

Yaşamlarının başlangıcını böyle yaşayan bu çocukların travmalarından kim sorumlu?

Sadece suçu Milli Eğitim Bakanlığı’na atmak kolaycılık olur. Çocuklarını yarış atı gibi görüp çalıştırmaya zorlayan, onlara çocukluklarını yaşatmayan anne-babalar daha da suçlu. Ama suçlu aramanın bir yararı yok. Bu vizyonsuzluk, bu tepkisizlik ve skordan başka değeri olmayan bir kuşağın yansıması olan bu çocukların geleceği de böyle sığ ve renksiz olacak.

Gözümüzün önünde çocuklukları yok olan bir kuşağı izleyen birisi olarak elimden üzülmekten başka şey gelmiyor.

En kötüsü de bu. 

19 Eylül 2010 Pazar

Milli Eğitim Bakanlığı’nın Çocuk Hakları Sözleşmesinden Haberi Var mı?

Bu hafta eğitim yılı başlıyor. Biz de her yıl olduğu gibi okulların kapanmasıyla kendimize verdiğimiz tatili okulların açılmasıyla sonlandırdık ve yine her hafta burada olacağız.

Eğitim yılı bu yıl da her yıl olduğu gibi problemli olarak açılıyor. Kötü olan, her yıl bu problemlerin artması. Ama özellikle bu yıl diğerlerine göre daha da kötü bir yıl açılışı yaşayacağız gibi gözüküyor. Çünkü bu yıl KPSS deki sınav sorularının çalınması yüzünden atamaların durması, sonuçta 30.000 öğretmenin atamasını da durdurdu. Bu da öğretmensiz sınıflar ve çocukların boş geçen dersleri demek. Her yıl boş geçen dersleri, öğretmensiz sınıfları duyuyorduk ama bu yıl geçen yıllara göre çok daha fazla bu problem eğitimde hissedilecek.

Doğu bölgesindeki ana dilde eğitim yapılmıyor denilerek yapılacak olan 5 günlük boykot aslında bugüne kadar görmediğimiz bir uygulama. Küçük çocukları siyasete alet etmek benim çocuk hakları açısından en çok kınadığım boyut ama bu eylemi de sadece bu boyutuyla değerlendirmenin de yanlış olacağını düşünüyorum. Bu konu çok tartışılacak ama olan da eğitimleri aksayan çocuklara olacak.

Ekonominin dibe vurduğu, parlak konuşmaların altından görünenin vatandaşın her geçen gün fakirleştiği bir dönemdeyiz. Paralı eğitimin desteklendiği günümüzde sınav sistemi de  dershaneleri olmazsa olmaz kurumlar haline dönüştürdü. Ayrıca yok denilen velilerden bağış alınmasına devam ediliyor olması bir çok anne-babayı kara kara düşündürüyor.

En son olarak da artık komediye dönen sınav sisteminden bahsetmek gerekiyor. Her yıl yap boza dönen sistemle ilgili son karar artık sadece son yıl sınavın yapılması. Ama kimse bu geçmiş yıllarda   makinaya döndürülen çocukların emekleri ne olacak diye sormuyor.

Eskiden okul dediğimizde çocuğumuza eğitimin verildiği ve öğrenim gördükleri yer diye tanımlıyorduk. Ama bugün okullar dersaneden farkı olmayan yerlere döndü. Spor veya kabiliyetini gösterebileceği diğer müzik, tiyatro gibi etkinlikler çocuğun vaktini alan eylemler grubuna döndü. Okulun çocuğun kişiliğini oluşturma fonksiyonu ortadan kalktı. Arkadaşlıkların ilk kurulduğu yer olarak bildiğimiz okullar bugün sadece testlerde kaç yanlış yapıldığından başka kimsenin birbiriyle konuşmadığı bir ortama dönüşmüş vaziyette.

Bir çok okulda özellikle özel okullarda çocukların başarısına göre sınıflara ayrılmasına veliler ses çıkarmazken bu yaşta başarılarına göre ayrımcılığa maruz kalan çocukların bu travmayla nasıl baş etmesi gerektiğini kimse  düşünmüyor.

Rehberlik öğretmenleri var ama sadece testlerden düşük not alan çocukların başarısını nasıl  yükselteceğine odaklı çalışıyorlar. Diğer konulara  pek sıra gelmiyor gibi.

Akranlar arası şiddet, öğretmen-öğrenci şiddeti, istismar her zaman olduğu gibi yine var.

Evet çocuk hakları sözleşmesini 1989 da imzaladık ama bence Milli Eğitim Bakanlığı’nın bundan haberi yok. Varsa da bu sözleşmenin ne olduğunu bilmiyor diye düşünüyorum.

Çünkü çocukların birey olarak yetişmelerini katılımlarını, korunmalarını, gelişmelerini ve yaşatılmalarını temel alan bir yaklaşım yerine herkesin yarıştığı anlamsız bir sistemi sürdürüyorlar. Olan, harcanan bu kuşaklara oluyor.

Çocuklar umuttur ve biz her şeye rağmen onlara güveniyoruz.

Yeni eğitim yılında herkese başarılar.
Önce çocuk... 

12 Eylül 2010 Pazar

Cinsel İstismar Konusunda Yapılabilecekler

03 Mayıs 2010

Türkiye son günlerde sürekli her taraftan gelen akıl almaz cinsel istismar olgularıyla sarsılıyor. Siirt’te ki 2 olayı Şanlıurfa’da, Manisa‘daki ve diğer olaylar izliyor. Buradaki yaşanan olaylardan çok daha fazlası yaşandı ve yaşanıyor. Ancak yaşanan olaylardaki garabet ağızları açık bırakacak nitelikte. Birinde 3 yaşındaki çocuğua tecavüz eden 15-16 yaşlarındaki çocuklar gibi olaylar var. Bunları sıralamak mümkün ancak benim tartışmak istediğim konu başka.

Bu konu kamuoyunun gündemine oturmasıyla medyada konu uzmanlarından görüş alarak yayın yapıyorlar. Ancak benim izlediklerimde çoğu çok genel ve yüzeyel ifadelerle olayları geçiştiriyor. Çünkü her konuda fikir sahibi olmak prensibinden hareketle bilinen isimlerle olay irdeleniyor. Ancak bu konuda bilgi sahibi olan çok az uzmandan da doyurucu cevaplar alınamamasının ana nedeni gerçekten de  bu olayların akıl dışı boyutlara ulaşmış olması.

Siirt örneğinden yola çıkacak olursak birinde tüm şehir olayı bilirken kimse dur demiyor ve olay ortaya çıkıncaki tepkileri de şehrimizin ismi kirleniyor şeklinde. Diğerinde ise olayı yapan kişilerin yaşı ve kurbanların yaşı.

Toplum olarak uç noktalarda gezebilen bir yapıda olduğumuzu bir çok olay göstermiş olmasına karşın  yine de bunları açıklayabilmenin bu işe 25 yılını vermiş birisi olarak ben de zorluk çekiyorum. Çok genel olarak cinnet geçiriyoruz demek mümkün.

Ancak bu olaylara hemen dur diyebilmek için acil önlemlere ihtiyaç olduğu gözüküyor. Özellikle kanunların caydırıcılığının yeterli olamadığını gözlemlediğimiz bugünde bu yöndeki değişikliklerin çok önemli olduğunu düşünüyorum.   

İki milletvekilinin kişisel duyarlılıkları ile başladıkları ve çok yoğun uğraşlar verdiği çalışmanın genel hatlarına baktığımızda şunları görüyoruz; Milletvekili Aşkın Asan ve İstanbul Milletvekili Alev Dedegil cinsel istismar ve diğer çocuk sorunlarıyla ilgili aylardır süren çalışmalarında özellikle verilen cezaların yetersizliği ve toplumsal eğitimini önemi vurgulanmaktadır.

Kimyasal kastrasyon ismi verilen ilaçla testesteron düzeyinin depo ilaçlarla düşürülerek cinsel isteğin azaltılması teklifi medyada çok yer buldu. Pedofili suçlularına gelişmiş ülkelerde uygulanan bu cezanın  son dönemde çok artan bu tip suçlardan sonra uygulanması gerekliliği raporda özellikle vurgulanmaktadır.

Raporda, “1 haftada onlarca çocuk tacizi vakasının yaşandığı, 12 yaşındaki bir çocuğa 60 kişi tarafından tecavüz edildiği, 13 yaşındaki kızların yüzlerce kişiye pazarlandığı, daha kundaktaki bebeğe bile cinsel tacizde bulunulduğu ülkemizde bu yasanın uygulanması gerekir” denildi. Raporda ayrıca çocuğa yönelik cinsel istismar suçu nedeniyle 5 yıldan fazla hapis cezasına hükmedilen kişinin kariyerinin sıfırlanması da önerildi: “İlköğretim diploması hariç olmak üzere, diploma, akademik, mesleki ünvan, ruhsat ve sürücü belgesi iptal edilsin, suç tarihindeki mal varlığının yüzde 20’sine el konulsun.”

Dünya uygulamalarına baktığımızda Amerika Birleşik Devletleri’nde bu tip suçlarda cezaların 10 yıldan başlayıp, müebbet hapse kadar gittiği, İngiltere’de ömür boyu hapis istemiyle dava açıldığı, Fransa’da ise bu sürenin 20 yıldan az olmadığı görülmektedir.

Halbuki Ceza Kanununun belki de teknik açıdan en kötü yazılmış olan maddesi cinsel suçlara verilen cezalarda gözlenmektedir. Türk Ceza Kanununa göre mağdurun “beden ve ruh sağlığının” bozulup bozulmadığı kriterine göre değerlendirme yapılmakta ve bozulma halinde 15 yıl, bozulmama halinde 5 yıl ceza verilmektedir. Hatta pratikte bu ceza 2 yıla kadar düşmektedir.

Gelişmiş tüm ülkelerce ayrı ceza maddesi olarak düzenlenen ensestin TCK’da bağımsız bir suç olarak yer almaması da bir başka boyut olarak dikkati çekmektedir. TCK’nın 104. maddesinde, 15 yaşını bitirmiş çocukla cinsel ilişkide bulunan kişiye, şikayet üzerine 6 aydan 2 yıla kadar hapis öngörüldüğü belirtilen raporda, çocuğun rızasının sorgulanması da bir başka teknik problem olarak karşımıza çıkmaktadır.

Şu andaki uygulamada 18 yaşından küçük biriyle ondan en az 5 yaş büyük birisinin cinsellik yaşamasını cinsel saldırı sayan TCK’nin 104. maddesinin 2. fıkrasının Şubat 2009’da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesinden sonra pratikte gelişen durumun yürürlükte olan TCK 104. madde 16-18 yaş arası bir çocuğun ensest ilişkisini şikayet olmadığı durumlarda yasal hale geldiği görülmektedir.

Rakamlara baktığımızda da acil önlemler alınmasının bir mecburiyet olduğu gözükmektedir. Adalet Bakanlığı istatistiklerine göre 2008 yılında Türkiye’de 14 bin 337 cinsel suç işlenmiş ve 20 bin 282 kişi bu saldırılardan mağdur olmuştur.
Rapora göre alınması gereken temel 4 önlem şudur:
 

1 Anaokulundan başlayarak cinsel saldırı eğitimi,

2 Cezaların caydırıcı hale getirilmesi,

3 Bu konudaki mağdurlara, Çocuk Koruma Merkezlerinin kurulması,

4 Etkin mücadele için Çocuk Koruma Fonu oluşturulması.

Umarım bu sefer iktidar partisinin milletvekilleri tarafından raporun hazırlanmış olması ve önerilerinin  uygulama için bir avantaj oluşturur. Yoksa diğer raporlar gibi rafa konursa, bu olayları daha da artarak yaşamaya devam ederiz.   

Okul Güvenliğinin Düzeyi Objekti ve Ölçülebilir Yöntemlerle Saptanmalıdır

26 Nisan 2010

Okul güvenliği son yıllarda şiddet, uyuşturucu, trafik ve akranlar arası istismar olgularının artışına bağlı olarak çok gündeme gelen ve tartışılan bir konumdadır. Okul, çocuklarımızın eğitimleri için en çok vakit geçirdikleri yerdir. Bu açıdan da buranın her açıdan güvenli olabilmesi çocuklarımız için vazgeçilemez bir boyuttur. Ancak, bir okulun bu niteliklere ne düzeyde sahip olduğunun belirlenmesi önemlidir. 

Gelişmiş ülkelerde yaygın ve oturmuş bir sistem olarak var olan okul güvenliğinin ölçümlerinin bizim ülkemizde de kısa sürede yaygınlaşması gereklidir. Okulların güvenliğini ölçmeye yönelik gelişmiş ülkelerde profesyonel kurumlar oluşturulmuştur. 2004’den beri var olan NSSC (Ulusal Okul Güvenliği Merkezi) gibi sistemler, objektif ve ölçülebilir yöntemlerle okulun her açıdan güvenliğini ölçmekte ve saptamaktadırlar. 

Okul yönetimleri dilerse bu tür kurumlara başvurarak okulun ne düzeyde güvenilir olduğu konusunda değerlendirme çalışması yaptırabilir. Değerlendirme sonucuna göre okulun güvenliği konusunda eksiklikleri giderme ya da güvenliği devam ettirme konusunda önlem ve politikalar geliştirebilir. Ülkemizde de benzer kurumların olması objektif ve ölçülebilir güvenlik kavramı geliştirmek için önemlidir.

Herhangi bir okulun güvenliğinin ne düzeyde sağlandığının belirlenmesi, bu amaçla yapılması gereken ölçmelerle ilgili olarak literatürde beş farklı standarttan bahsedilmektedir. Okul güvenliğini ölçme standartları şöyle sıralanabilir:

1. Öğrencilerin okul güvenliği ile ilgili karşılaşmış oldukları olaylara ilişkin olarak verdiği bilgiler
“Okulda son bir ay içinde silah taşıyan öğrenci biliyor musun” sorusuna verilecek cevap gibi. Bu tür okul güvenliğine ilişkin bilgileri edinmeye yönelik soruların cevapları, çoğunlukla evet hayır  şeklindedir.

2. Öğrencilerin ve öğretmenlerin okul güvenliğiyle ilgili görüş ve düşünceleri
“Okulu ne derece güvenli buluyorsun” sorusuna verilecek cevap gibi. Öğrenci görüş ve düşüncelerine ilişkin bulgular genellikle Likert tipi anketlerle elde edilir.

3.  Okul güvenliği ile ilgili istatistikler
“Bir yılda rapor edilmiş olay sayısı” gibi veriler. Okulda okul güvenliğine ilişkin okul yönetimi ve diğerleri (polis) tarafından tutulan raporlar bu gruba girmektedir.

4.  Okul disiplin verileri
“Okuldan uzaklaştırma, kayıt silme cezası gibi bilgiler. Öğrencilerin okul içinde ve dışında karışmış oldukları disiplin olaylarına ilişkin veriler okul güvenliğini ölçmeye ilişkin önemli bir göstergedir.

5.  Öğrencilerin kendilerini tehdit edici olaylara ilişkin şikayetleri ve beyanları
Okul güvenliğini ölçmede kullanılabilecek standartlardan biridir.

Görüldüğü gibi okulda yaşayan ve bizzat olayın objesi konumundaki çocuklardan alınan bilgilerle hazırlanan datanın değerlendirilmesi de sağlıklı olacaktır. Çünkü o zaman tarafsız bir şekilde her yerde  de kullanabileceğiniz bir yöntemle güvelik kavramının ölçümü yapılabilecektir.   

Çocuklarımız Aşırı Şişman Oluyorlar

19 Nisan 2010


Bazı olaylar gözümüzün önünde yavaş bir şekilde gelişir ve biz onu ancak uzun süre geçtikten sonra anlayabiliriz. Bu durum bizi de içine alan bir durumsa ve çevremizde de görülme sıklığı az değilse, o zaman bunu algılamamız daha da uzun bir zaman alacaktır.

Bunun en tipik örneklerinden birisi de şişmanlıktır. Ne kendimizin ne de çocuğumuzun şişmanlamaya başladığını başlangıçta algılamamız pek mümkün olmaz. Anladığımızda ise şişmanlık çoktan yerleşmiş ve kilolarla birlikte yaşam başlamıştır.
Fransa'da son 10 yılda, çocuklarda şişmanlık sıklığı 5 kat, ABD'de ise 1976 yılından bu yana 2 kat artmış. Sayısal veriler olmamakla birlikte aynı şekilde Türki ye'de de çocukluk çağındaki şişmanlığın  hızla arttığı görülmektedir. Bu yüzden de eskiden eriş kin yaşlarda görülen "tip 2 şeker hastalığı" artık çocukluk veya ergenlik çağında da karşımıza çıkmaya başlayan bir hastalık olarak görülmeye başlandı.

Yapılan çalışmalar Amerika’da son 20 yılda şişmanlık sıklığının yüzde 100 arttığını ve dünya nüfusunun büyük bölümünün yakın gelecekte şişman olma riskini taşıdığını göstermektedir. Dünyada 1 milyardan fazla kişinin şişman veya fazla kilolu olduğu, son 30 yılda fazla kilolu çocuk sayısının 3 kat arttığı rakamlarla ortaya çıkan bir gerçekliktir.

Neden  şişman çocukların oranı artmaktadır?

- Hareketsiz yaşam -Yaşam şeklinin değişmesi ve sürekli SBS, YGS gibi sınavlara hazırlanmak için oyun oynamayan sadece ders çalışan çocuklar prototipinin yaygınlaşması,

- Televizyon ve bilgisayar önünde fazla vakit geçirme ve abur cubur dediğimiz cips ve benzeri aşırı yağlı ve karbonhidratlı besinlerin sürekli yenmesi (Günde iki saatten fazla televizyon seyreden çocukların yüzde 52'sinde aşırı kilo ve yüzde 28'inde şişmanlık saptanmıştır.),

- Fast food denilen başta hamburger ve patates kızartması olmak üzere aşırı yağlı yiyeceklere ve   kola gibi  şekerli içeceklere aşırı düşkünlük,

- Yaşam biçimi dışında anne-babanın şişman olması ve yemek yeme biçimleri de çocukta şişmanlığa yol açmaktadır.

Çocukken şişman olanların büyüdüklerinde de şişman olma riskleri çok fazladır. 3-10 yaş arasında aşırı kilolu olan çocukların yüzde 50'sinde erişkin dönemde aşırı kilolu olma riski olduğu görülmektedir. Büyümeye başlayan çocuklarda, er genlik çağında aşırı kilolu olanların ise yüzde 70-80'inde ileri yaşta aşırı kilo gelişmektedir.

Bu durum aslında sağlıklı bir nesil yetiştirememek adına ve sağlığı tehdit eden çok önemli bir boyut olma açısından çok önemli bir problemdir. Ama kayıtsızlığımızın yanı sıra fast foodun reklamlarla körüklenmesi gibi faktörler, yaşam biçimlerinin hareketsizliği motive etmesi ve televizyon seyretme hepsi birlikte şişmanlığa doğru bizi sürüklemektedir.

Bunun önlenmesi için yapılabilecek bir çok şey vardır ama bu durumun hem sağlık problemi hem de toplumsal bir sorun olduğunu kabul etmek ilk adım olacaktır.    

Dershane Ücretleri Yüzünden İntiharlar Ve Sosyal Devlet Olmak

12 Nisan 2010

Son günlerde yaşanan dramatik bir olay dikkatlerimizi farkında olmadığımız bir olaya  çekti. Dershane borcu yüzünden yaşanan dramlar. Artık son dönemde dershaneye gitmeyen öğrenci kalmadı. Eğitim sistemi o kadar iflas etmiş durumda ki okulların kendisi derslerden sonra ayrıca dershane eğitimi vermek üzere organize olmuş durumdalar.

Dershanelerin ve şu anda ki eğitim sisteminin öğrenciler üzerine olan yıkıcı etkilerini zaten sürekli tartışıyoruz ancak bilinmeyen ya da gündeme gelmeyen bir başka konunun dershane ücretlerinin aileye yansımaları. Ailenin bu ücretler altında eziliyor olması.

Kamuoyu bu olayla Muğla’da annesinin dershane ücretini ödeyememesi yüzünden hapishaneye düşmesinin ağırlığını kaldıramayan genç çocuğun intiharıyla tanıdı. İntiharla sönen bir yaşamın ardından Milli Eğitim Müdürlüğü apar topar dershane ücretini ödeyerek anneyi hapishaneden çıkardı ama ne fayda, çocuk artık yoktu. Bu üzücü tablonun aklımıza getirdiği başka bu durumda olan kimseler var mıydı sorusuna ise yapılan çalışmalar zannedildiğinden çok daha fazla sayıda böyle aile olduğunu gösterdi.

45.000, evet, kırk beş bin aile dershane borcunu ödeyemediği için mahkemelik olmuş durumda. Tüm Özel Öğretim Kurumları Derneğinin (TÖDER) yaptığı araştırmaya göre yıllık ücretleri 800 ile 4.000 lira arasında değişen bu dershanelere çocuklarını yollayan aileler ödeme zamanında ekonomik sıkıntıya mağlup olarak ödeyemem durumuyla karşı karşıya kalabiliyor.

Türkiye’de yaklaşık 4.000 dershane olduğu ve bu dershanelere devam eden de yaklaşık 1.5 milyon öğrenci olduğu var sayılıyor. Çocuklar bir okula yerleşmek için çareyi okullardan değil dershanelerden bekliyorlar. Bu çarpıklığın sonucu olarak da yaşanan bir çok sorunun yanında dershane ücretleri ve buna bağlı intiharlar gündeme geliyor. Artık aileler o hale geliyorlar ki bankalardan yüksek faizle kredi çekerek bu ücretleri karşılamaya çalışıyorlar.

Devletin bazen yetişemediği ve çözmekte sıkıntı çektiği sorunları özellikle gelişmekte olan ekonomik sıkıntıları olan ülkelerde anlaşılabilir bir durumdur. En azından anlaşılabilmesini sağlayan nedenler vardır ve bunları gördüğünüzde kabullenmeseniz bile anlarsınız.

Ama eğitim sisteminin bugün sokulduğu durumu anlayabilmenin mümkün olmadığını söylemek gerekiyor. Siz öyle bir sistem yaratacaksınız ki başta okullar olmak üzere herkes sadece dershanede soru çözmeye yönelik öğrenci eğitimine ve ezberleyen ama anlamayan öğrencilerin yetişmesine neden olacaksınız.

Bu çocuklara bir şey öğretmediğiniz gibi bu çocuklara sosyal yaşam olanağı da tanımayan bir sistem getirerek çocukları yarış atı yapacaksınız. Bu da yetmiyor aileleri yüksek ücretler ödemeye mahkum edecek ve sonra ödeyemeyen annelerin hapise girmesine neden olacaksınız. O zaman da gencecik çocukların yaşamın başında karşılaşıp kaldıramadığı yükün altında ezilmesinin sonuçlarını da hep beraber izler durumda olacağız.

Sosyal devlet olmak, yurttaşına sahip çıkmak, çocuğunu yetiştirmek, vatandaşını mağdur etmemek.

Bunların ne anlama geldiğini hatırlayanınız var mı?

Kayıp Çocuklar mı Kaçırılan Çocuklar mı?

05 Nisan 2010

Her geçen gün çocuk hakları konusunda duyarlılığımızın artışı bir çok farklı konudan da haberdar olmamızı sağlıyor. Daha önce aklımıza bile gelmeyen bazı davranışların aslında çocuk için yanlış olduğunu öğrenebiliyoruz. Ama bazı konular da gözümüzün içine girermiş gibi ortaya çıkıyor ve dehşetle bakmamıza  neden oluyor. 

Türkiye bir çok sosyolojik ve topografik nedenden dolayı dünyada yaşanan sorunları hemen içine alan ve kısa sürede büyük ölçekli olarak yaşamaya başlayan bir ülke. Yönetici düzeyinde sorun çok büyüyünceye kadar yok sayma geleneğinin hala sürdürülüyor olmasının yanı sıra her geçen gün artan nüfus da buna neden olmakta.

Suç, günümüzde çok koldan ve organize olmuş bir şekilde işlenmekte. Bunun en somut örneği de uyuşturucu, cinsel sömürü ve kara para üçgeninde gözüküyor. Uyuşturucu bizim bir ara geçiş ülkesi olmamız nedeniyle çözmediğimiz ve her geçen gün de artarak karşımıza çıkan bir sorunumuz. Uyuşturucu trafiğimizin artıyor olması diğer sorunların da  artması sonucunu getiriyor.

Bunun sonucu olarak da her gün yeni bir problemle tanışıyoruz. En son örneklerden birisi kayıp çocuklar. Böyle dediğiniz zaman bu olaya biraz daha optimistik bir bakış açısıyla yaklaşıyorsunuz demektir. Hemen bu çocukların evden kendi istekleriyle kaçtığının kabulüyle olaya başlıyorsunuz. Ama sonuçta yine sokakta organize suç örgütlerinin eline düştüklerinde değişen bir şey olmuyor. Aynı şekilde kullanılan çocuklar oluyorlar.

Bu açıdan kaçırılan çocuklar daha doğru bir terminoloji. Çünkü ilk aşamada olmasa da sonraki aşamada bu çocukların yine evden değilse de sokaktan kaçırılması gerçekleşiyor. Bunu göz ardı etmeyelim.

Çocuğu olmayanların çocuk çeteleriyle anlaşarak çocuk almaları ve evlat edinmeleri yaygın bir konu. Özellikle gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere kaçırılan bu çocukların izini sürebilmek de çok zor olduğu için çoğunun ortaya çıkmadığını ve sorunun da sayısal düzeyde düşük gözükmesinin bu olayı çok üzerine düşülen bir organize suç boyutuna dönüştürmediğini görüyoruz. Ama sonuçta insan kaçakçılığından bahsediyoruz.

Organ ticareti de bir başka problem. Çünkü bununla ilgili hereksin dedikodu düzeyinde birbirine anlattığı daha doğru söylemle e-mail yoluyla yolladığı “otobüste bayıldı, küvette uyandı, böbreği yoktu” anlatımlarının çok yayılmasıyla insanlar önce korktu ama sonra kanıksadı. Burada şu soruyu sormak gerekiyor. Organ nakli için çocuk kaçırma, insan kaçırma gerçekten yaşanıyor mu? Evet yaşanıyor.

Yakın zamanda kamuoyuna da yansıyan Bostancı’da özellikle İsrail’den gelen hastalarına organ bularak ameliyat yapan bir zamanlar üniversitede akademik pozisyonlarda yer alan bir cerrahın  haberleri daha unutulmayacak kadar taze. Bu olaylar yaşanıyor. Organ naklinin tıp dünyasında gerçekleşebilir duruma gelmesiyle beraber organ bulmanın iki yolu oluştu. Organlarını satanlar ve kriminal yoldan organ bulunması. Kriminal boyutta da çocukların organlarının ilk sırada yer alması  çocuk kaçırmalarda organ almanın önemli bir sebep olarak karşımıza çıkmasına neden oluyor.   

En çok gözüken nedenin çocukların cinsel sömürüde kullanılmaları amacıyla kaçırılmaları. Dünyada yaygınlaşan seks turizminde en çok talep gören olgunun da çocuklar olması olayın vahametini de artırıyor. Ülkeden ülkeye sadece bu amaçlı gelen turistlerin olması ve bizim de gelinen ülkeler içinde yer almamız bu soruna bir an önce el atılması gerektiğini ortaya koyuyor. İstanbul, Bodrum, Kuşadası Marmaris diye başlayan bir listeyle bunu detaylandırmak da mümkün. Ciddi ve büyüyen bir problemimiz olduğu kesin.

Çocukların genelde güneydoğudan büyük şehirlere getirilerek dilencilik yaptırmak, hırsızlık yaptırmak için kaçırılmaları da son yıllarda artan olaylardan. Ceza yasasının çocuklara uyguladığı ceza indiriminden yararlanmak isteyen organize suç çetelerinin çocuklara yöneldiği ve çocuk çeteleri oluşturduğunu izliyoruz. Özellikle bu çocukları uyuşturucuya alıştırdıktan sonra çetede kullanılması ve korkutarak bu işte tutuyor olmanın yaygın yöntem olduğu da bilinmekte.

Burada yeni ceza yasasını yaparken Adalet Bakanlığının çocuklara ceza verilmez kısmını çok doğru olarak hemen uygulamaya koyarken, bu çocuklar rehabilitasyon merkezlerinde diğer çocuklar gibi bir yaşamları olması için uyum süreci yaşamaları ve eğitim almaları kısmının hiç dikkate alınmaması ve uygulanmaması sonucu çocuklar polisler tarafından yakalanıp bırakıldılar. Yüzlerce defa yakalanıp bırakılan çocukların suç makinasına dönüşmelerini izleyen polislere de nasıl olsa beni bırakacaksın şeklinde yaklaşımlarıyla cezanın en önemli boyutu olan caydırıcılığın bizzat Devlet düzeyinde nasıl yok edildiğini de izliyoruz.

Görüldüğü üzere çocuk kaçırılma konusu da diğer risk altındaki çocuklar problemlerinde olduğu gibi iç içe geçmiş bir durum. Her düğüm bir öteki düğümün açılmasına neden oluyor. Ya da bizde olduğu gibi her düğüm diğerini daha da karmaşıklaştırıyor.

Problemin çözümü de önce probleme doğru isim koymakla başlıyor.   

Görünmeyen Dram: Taş Atmayan Ama Cezaevinde Olan Çocuklar

29 Mart 2010

Adalet Bakanı geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada şu anda cezaevlerindeki çocuk sayısının 2721’e ulaştığını belirtti. Bu rakam aslında gözden kaçan bir durumu sergiliyor. Çünkü bakıldığında şu anda hükümette görev yapan  Başbakan ve kabine bir çok konuya özellikle duyarlı olduklarını gösteren bir tutum sergiliyorlar... Açılımlar, yeni kanunlar ve diğerleriyle sanki proaktif bir davranış içinde oldukları tablosu çiziyorlar.

Diğer konuları bilmem ama çocuk konusunda görünenle gerçeğin çok farklı olduğunu söylemek mümkün. En basit örnek son yaşananlar. Özellikle bir grubun bu konuya çok odaklanmasıyla gündemde kalan ve çözüm çalışmalarına başlanan taş atan çocuklar konusunda Başbakan konuyla ilgili insanları dinledi ve hemen çalışmalar yapılmasını kamuoyunun önünde istedi, çalışmalarla kanunda değişiklikler yapıldı.

Sonuç olarak sadece taş attığı için çift rakamlı yılları cezaevinde geçirmek gibi bir garabetin sonuna geliniyor gibi gözükmekte. Bu harekete bakarak Başbakanın çocuk konusunda bilinçli ve duyarlı bir yaklaşım içinde olduğunu düşünebilir miyiz? Cevap çok net, “Hayır”. Neden?

Çünkü Başbakan önüne gelen bir konuda duygusal yaklaşımlarla sadece o konuya odaklı kısa vadeli çözümler üretilmesi konusunda daha öne de sokak çocuklarında olduğu gibi eyleme geçiyor, komisyonlar kuruyor ve sonuçta da  bir şeyler yapmış olunuyor. Bu çok mu kötüdür? Hayır.

Çocuklar için hiçbir şeye yakın düzeyde eylemin bulunduğu bir ülkede o ülkenin  bir numarasının bir şeyler yapması iyidir. İyidir de işe yarar mı? İşte onun cevabı, hayırdır. Çünkü sokak çocukları konusuna çok fazla odaklanarak  komisyon kurduran ve özellikle çözüm çalışmalarını izlemesi sonucu çok da değiştirmemiştir. Çünkü konunun temeli orada değildir.

Konuyu dar alanda ele alıyorsanız risk altındaki çocuklar olarak ele almak ve durumu değerlendirmek gerekir. Ya da en doğru şekliyle çocuk hakları olarak konuya yaklaşıp bu vizyonla çözüm üretmeniz gerekmektedir.

Bunu yapmadığınız zaman sokak çocukları için modeller üretilir, yaşama sokulur ama tek bir halkaya odaklanıldığından suça itilen, çalışan çocuklara olan kayışlarla organize suç çetelerinde artışlar, kapkaçlar artar ve neden böyle oluyor sorusunu başta bu konunun ilgilileri olmak üzere herkes sormaya başlar.

Burada da ağır cezaların çocuklara verilmesinin ortadan kaldırılması ana sorun değildir. Ana sorun bu çocukların bütün dünyadaki yaklaşımla eğer yaşama geri döndürülmesi ise o zaman cezaevlerini konuşmak gerekir. Daha doğrusu cezaevlerinin yerini alması gereken sistemleri konuşmak gerekir. Cemil Çiçek’ten başlayarak adalet bakanları çocuk konusunda hiçbir şey yapmamayı tercih ettiler. O kadar ilgisiz  kaldılar ki deneyimsiz iki psikologla bakanlık bu  konuya olan ilgisini ya da ilgisizliğini gösterdi.

Bakanlığın verdiği sayılara baktığımızda tablonun dramatik boyutu çok gözükmüyor. Ama gerçekler farklı. Çocuklarının sayısı bu kadar fazla olan bir ülkede ekonomik krizi ve işsizlik gibi iki ana probleme yaşanıyorsa, o zaman bu nüfus  artışında sapmalar olması beklenen sonuçtur. Sosyoloji de tarih de aynı şeyi işaret eder.

O zaman denetimli serbestliği iyi çalıştırabilmek çok önemlidir. Ama suç işleyen çocuğu topluma kazandıracak yapıları kurmak, onları eğitim sistemine geri alabilmek daha önemlidir. Bunlara odaklanmazsanız o zaman sadece göstermelik işlerle kalınır. Konumuz da taş atan çocuklarda kitlenir kalır.

Rakamlarla okuru boğmak istemem ama 2721 çocuğa sadece 117 psikologun düştüğünü söyleyerek size bir fikir vermek isterim. Bu psikolog arkadaşların kaçının adli psikoloji eğitimi aldığını ve yaklaşık 200 çocuğa tek başlarına nasıl yetiştiklerini düşünmeyi ise size bırakıyorum.

Dram gerçekte cezaevlerinde, işledikleri tek suçun arkasından cezaevine giren ve buradan suç makinası olarak çıkan çocuklarda. Başkaca da bir şey söylemeye bence gerek yok.  

Çocukların Kabusu SBS Sınavı

15 Mart 2010

Eğitim sistemimizin her zaman problemli olduğunu ve her zaman için ezberci bir kalıp içinde  düşünen değil, ezberleyen insanlar yetiştirmeye odaklandığını da biliyoruz. Ama özellikle 2002’den sonra çığırından çıkmışcasına okulların arka plana atıldığı ve dershanelerin asıl  eğitim görevini üstlenen yer olduğunu  görüyoruz.
Gerçekten de çocukların kayan giden zamanları içerisinde sürekli üzerinde oynana sınav sistemleri ile çocuklar artık yarışa atı haline geldiler. Amaç, öğretmek değil sadece belli bir günde yapılan bir sınavda iyi  puan almak olunca yetişen kuşak çok acayip bir kuşak oldu.

Sadece ezbere dayalı olarak bazı bilgileri ezberleyen bu kuşak en basit bilgileri bile bilmeyen birileri haline döndüler. Genel kültürün en basit boyutundan habersiz olmanın dışında dil bilgisi, kelime haznesini de kaybedince kısaltmalarla konuşan acayip bir kuşak yetişiyor.

Buna karşın bu sınavlara girmek zorunda olan çocukları olan ebeveynler de her dönem değişen kuralları izlemek zorunda kalıyorlar. Bu yılın ana kuralları ve hedef tarihleri  ise şöyle şekillendi;

Sınav başvuruları 6, 7, ve 8. sınıflar için 8 Mart’ta başlıyor ve 26 Mart’ta sona eriyor. Bu sınavlara girenler Fen ve Anadolu liselerine SBS sonucuna göre girecek ancak kolejlere yani Özel Türk ve yabancı liseler de SBS sonuçlarından sadece 8. sınıf SBS sonuçlarına göre buralara girecek. Yani Fen ve Anadolu Liseleri için 6, 7, ve 8. sınıfta girilen sınav sonuçları geçerliyken özel Türk ve yabancı liselerde sadece 8. sınıfta girilen sınavın sonuçları geçerli olacak.

En büyük sıkıntı ise bu okulların başvurularında yaşanıyor. Çünkü başvuruda bir keşmekeş ve düzensizlik var. Bu yüzden velilerin perişan olduğu gözleniyor. Bu karmaşa bu yıl da devam edecek gibi gözüküyor. Çünkü durumu düzenleyen bir önlemin alınmamış olduğu görülüyor.

Bu sınavlara başvuran çocukların sayısına baktığımızda da sınava her sınıftan yaklaşık 1 milyona yakın çocuğun girdiği yani 3 milyon çocuğun sınava girdiği gözleniyor. Özel okullarda ise bu sayı 50.000 kişi civarında.

Buradaki en büyük skandal bu kadar çocuk sınava girerken ve bu okullarda okumak için yarışırken bu okullarda yapılan aptalca başvuru yönetmelikleri ile tarihlerden dolayı her zaman kontenjan açığının kalması. Yani çocuklar her şeyi yapıyorlar ama yönetimin hantallığı ile beceriksizliğinden dolayı kontenjanlarda açıklar kalıyor. Bu trajikomik durum her yıl tekrarlanıyor.

Sınav takvimine baktığımız zaman şu tarihlerde sınavların yapılacağını görüyoruz.

8’inci sınıflar SBS   5 Haziran’da,
7’nci sınıflar SBS    6 Haziran’da,
6’ncı sınıflar SBS  12 Haziran’da gerçekleşecek.

Sınavlarda kaç soru sorulacak, kaç dakika süre verilecek ve saat kaçta başlayacak gibi önemli detayların cevabı ise şöyle:

8’inci sınıflara 100 soru sorulacak ve 120 dakika süre verilecek.
7’lere 90 soru sorulacak 100 dakika süre verilecek,
6’lara da 80 soru sorulacak ve 90 dakika süre verilecek.
Sınavların tümü saat 10’da başlayacak.

Sınavda öğrencilere şu  testlerden sorular yöneltilecek:
Türkçe, Sosyal Bilimler, Matematik, Fen Bilimleri ve Yabancı Dil.

Ağırlıklı testler Türkçe ve Matematik. Testlerin ağırlıkları ise şöyle:
Türkçe: 4, Matematik: 4, Sosyal Bilimler: 3, Fen Bilimleri: 3, Yabancı Dil: 1

Çocuğun puanı ise şöyle hesaplanıyor; Önce sınıf puanı hesaplanıyor. Sınıf puanı hesaplanırken o yılın SBS’nin yüzde 70’i ve o yılın yıl sonu başarı puanının yüzde 25’i alınıyor. Sonra ortaöğretime giriş yerleştirme puanı hesaplanıyor. Bu yapılırken 6. sınıfın sınıf puanının yüzde 25’i, 7. sınıfın sınıf puanının yüzde 35’i ve 8. sınıfın sınıf puanının yüzde 40’ı toplanarak elde ediliyor.

Ama her şeyin bir gecede değişebildiği bir ülkede de yaşadığımızı unutmadan bunları okumakta fayda var. Çünkü Milli Eğitim Bakanlığı her an kendine göre değişiklikleri ben yaptım oldu diyerek ortaya çıkarabiliyor. Bir önceki Çelik döneminde yaratılan hasarın bu dönemde düzeltilebilmesi çok zor.

Sanki bir dershane  hakimiyetinin yaratıldığı günümüzde sınav öncesi aysal olarak dershaneye gitme iznini verildiği bir ortamda durumumuzun içler acısı olduğunu bir kez daha yineleyerek SBS kabusunun çocukluk dönemini yaşayamayan bir kuşak yarattığını görüyoruz. Bu kuşağın yetişkin olduğunda nasıl bir kuşak olacağının takdirini de size bırakıyorum. Vizyonsuz ve bilgisiz siyasetçilerin faturasını ise kocaman bir kuşak ödüyor.

Ne acı...

Çocuk Problemine Proaktif Adımlar

08 Mart 2010

Toplumsal olarak bazı problemlerin çocuk ve genç erişkinler arasında gerçekten yaşamsal tehlike oluşturmaya başladığını çok geç anlayan bir yapımız var. Yapımız var derken sadece bunu problemleri çözme adresi olan resmi makamları kastederek söylemiyorum. Bütün katmanlarda alarm zillerinin çalması en kötü sonuçlardan sonra yaşanan bir durum olarak karşımıza çıkabiliyor.

Globalleşen dünyada her ülkenin neler yaşadığı artık hemen öğrenilebilen bir durum. İnternetten girildiğinde en ilgisiz ve alakasız insan dahi bu konuda bilgi sahibi olabiliyor. Ama bazı ülkelerde ki “Türkiye de bunlardan birisidir” verilerin olmadığını  ve bunlara erişilemediğini de gözlemliyoruz.

Rakamsal veriler ya yok ya da resmi kurumlar bunu kamuoyunun dikkatine sunmuyor. Böylelikle problemin vahametinin saklanması gibi  bir mantık var mı, bu konuda şeytanın sözcülüğünü yapmak istemediğimden bunu irdelemiyorum ama bu konudaki verinin olmaması bazen de tam ters tepebiliyor. Aslında belki çok büyük hacme ulaşmamış bir problem kamuoyunda sanki büyük bir problemmiş gibi algılanabiliyor.

Böylesi durumlar çok olsaydı belki de kötü durumlara daha çok yer veren bazı konu hakkında çalışan kişilere panik yaratmak istiyor yaftası yapıştırılıp durum kurtarılırdı ama ne yazık ki zaman hep bu tip  yazılar yazan kişiler lehine çalışıyor. Bir bakıyorsunuz ki o güne kadar gündeme gelmeyen bir konu  sonuçlarıyla birlikte  inanılmaz tahribatlarla karşınızda.

Özellikle sosyal problemler bunun çok somut delillerini gösteren konular. Sosyal konulardan da çocukla ilgili konular daha da ön plana geliyor. Burada çocuk konusunun bu ülkede ön plana gelemeyişi çok temel bir etken. İstediğiniz kadar çocuklar geleceğin erişkinleridir çıkarımı herkesin koşulsuz onayladığı bir durum olmasına karşın herkes bugünle ilgili olduğundan ve yarın geldiğinde bakarız yaklaşımı genlerimize işlediğinden çocuklar bu ülkede hep güme gidiyor.
      
Çocuklar son yıllarda yetersiz de olsa az biraz tartışılan konular ama genç erişkin hala yok sayılan bir kuşak. Bu denli genç bir nüfusun olduğu bir toplumda yukarıda sözünü ettiğim çocuk ve genç erişkin katmanlarının yok sayılması problemleri de beraberinde getiriyor.

Bu kadar lafı neden ettim. Son dönemde gündeme gelen çocuk kaçırma olgularının daha aysbergin sadece görünen ucu olduğunu bildiğim için, eroin ölümlerinin yakın gelecekte çok büyük rakamlara ulaşacağını düşündüğüm için, çocuk yaşta evlendirilen kız çocuklarının problemlerini karşımızda bulacağımız için ve cinsel istismarda hiç konuşmadığımız erkek çocuklarının cinsel istismarıyla karşı karşıya kalacağımız için.

Bu sıra daha uzar; Organize suç çeteleri ve suça itilen çocuklar problemini, çalışan çocuklar konusunu, çocuk fahişeleri, suç korkusu kavramını ve akranlar arası şiddet konularından başlayarak bu listeyi uzatmak mümkün.
Ancak proaktif bir yaklaşım için akademik ortamdaki çalışmalardan başlayarak, sivil toplum kuruluşlarına ve sahadaki meslek elemanlarının vizyonuna kadar bir çok boyutun gözden geçirilmesi gerekmektedir. Çocuk korumadan başlayarak bir çok konuda hantal olmayan, yararlılığı net ve sürdürülebilir yaklaşımlar için kendi modelimizi oluşturmamız gerekmektedir.

Bunun için bugüne kadar yapılmışları çok iyi bilmek ilk adım, geniş ve multidisipliner katılım ikinci adım. Küçük adımlardan başlamak da üçüncü adımdır. Vizyon sorununun yanına mutlaka çocuklara siyaset üstü yaklaşımın temel prensip olduğunu bilen insanlarla çalışma zorunluluğunu da eklemeliyiz.

Bunlar yeter mi? Yetmez. Bu ülkede devletsiz iş yapılamaz olduğunu kanunlar ve yönetmelikler söylüyor. O zaman onların mutlaka işin içinde olması sağlanmalıdır. Öte yandan toplum bilinci oluşmadan bu işlerin itici gücünün oluşamadığı da bir başka gerçekliktir. Bunun da göz ardı edilmeden mutlaka uygulanması gerekir.

Türk toplumunun kronik hastalığı “en iyi ben bilirim” hastalığının özellikle son dönemde bu konuyu yeni keşfetmiş kişiler arasındaki var olduğu teşhisi sonrası,  tedavisi var mıdır bilmiyorum ama bunun da eradike edilmesi çok önemlidir.

Bu işler zor işlerdir, kahramanlıkları ve  boş söylemleri pek kaldırmaz. Bilmeyi ve ayakları sağlam yere basmayı gerektirir. Çocuğu çocuk için sevmek, politik amaçları dışarıda tutabilmek önemlidir. Bunu başaranların sayısının günümüzde çok azalmış olması mı bugünkü tabloyu yaratmaktadır, bilemiyorum.
Ama çocuk beklemez. Böyle beklersek de sonuçlarının altında diğer bir çok konuda olduğu gibi ezilir kalırız diye de korkuyor olduğumu bir kez daha söylemek isterim.    

Duygusal Cezalar

01 Mart 2010

Çocuk Hakları Sözleşmesi ile gündeme gelen en önemli konuların başında çocuğun eğitimi ve yetiştirilmesi için nasıl bir sistem kullanacağız meselesi geliyor. Bunun en önemli nedenini ise yüzyıllardır ‘normal’ kabul edilen dayağın, fiziksel şiddete karşı konulabilmesinden kaynaklandığını görmekteyiz.

Ancak buna karşın gelişen yöntemin de çocuğa zarar verebildiğini görüyoruz. Bir çok yerde duygusal şiddete başvuran erişkinlerin, ‘işte dövmüyoruz daha ne olsun’ dediklerini ama buna karşın duygusal şiddetin de fiziksel şiddet kadar travmatik olduğunu görüyoruz.  

Bazen çocuğun istenmeyen davranışları, dayak atmadan sözle hor görmek, sevgiyi esirgemek, azarlamak, korkutmak, tehdit etmek, alay etmek, küçümsemek, eleştirmek gibi kırıcı hareketlerle engellenmeye, değiştirilmeye çalışabilir. Bunlar çocuğun gelişimini olumsuz etkileyen duygusal cezalardır. 

En sık karşılaşılan duygusal şiddet davranışlarını görelim;
  • Azarlamak: Örneğin, “Sen ne biçim  bir çocuksun, senden  bıktım.”.
  • Sözle hor görmek: Örneğin, “Haydi oradan aptal sen de!” veya “Geri zekalı mısın?”.
  • Sevgi  göstermemek: Örneğin, “Beni üzersen seni sevmem”.
  • Korkutmak: Örneğin, “Doktora götürür iğne yaptırırım.”.
  • Tehdit etmek: Örneğin, “Akşama babana söylerim görürsün gününü.”, “Karnende kırık not olursa, eve gelme.”.
  • Alay etmek, küçümsemek: Örneğin, “Şişko”, “Koca bebek”.
  • Eleştirmek, suçlamak: Örneğin, “Üstünü başını kirletmeden yemek yiyemezsin.”.
  • Beddua etmek: Örneğin, “Allah cezanı versin”, “Gözün çıksın”, “Elin kırılsın”
  • Küsmek: Örneğin, “ Bir daha bana anne deme, konuşmuyorum.”.
  • Aldırmaz davranmak: Örneğin, Ne halin varsa gör beni hiç ilgilendirmiyor.”
  • Kıyaslamak: Örneğin, “Ablan gibi olamıyorsun bir türlü”, veya “Bak Orhan hiç annesini üzüyor mu?”.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ancak hepsi de çocukta yıkıcı etkiler yapan yaklaşımlar. Ne gibi etkileri olduğuna baktığımızda ise en üst sırada çocuğun özgüveninin sarsıldığını ve yaralandığını görüyoruz. Diğer taraftan sevgi açısından sıkıntı yaratan bir durum olduğunu da belirtmek gerekmektedir.

Çünkü bu tip olayları yaşayan çocuklar anne-babalarının bu yaklaşımları sonunda sevilmediklerine inanırlar. Bütün bunlar da doğal olarak çocukların iki uç noktada olmalarına neden olur. Bunlar, ya saldırgan olmaları ya da tam tersi ürkek ve çekingen olmalarına neden olur.

Özetle, sadece dayağı gündemden çıkartmış ailelerin çocuklarına yönelik sözel saldırılar ve davranışlarda bulunmaları istismarın devamına neden olur. Bunun sonuçlarının en az dayak kadar yıkıcı olduğunu da yukarıda sıraladığım sonuçlardan gözükmektedir.

Tek Ebeveynli Aileler

22 Şubat 2010

Tek ebeveynli aileler özellikle son elli yılda artan boyutlarda karşımıza çıkıyor. Aslında toplumun en küçük birimini oluşturan aile kavramı, klasik olarak anne-baba ve çocuk(lar)dan oluşuyor. Çocuklar  ailenin ana yapıtaşları. Zaten aileye aile özelliğini kazandıran da çocuklar oluyor.

Bu açıdan aile kavramını tartışırken çocukları ana eksene alınarak onların bakış açısından veya onların yararı açısından konunun tartışılması önem kazanıyor. Modernleşen yüzyılımızda yaşam modellerinin değişmesinin bir çok farklı etkileri olduğunu görüyoruz.

Bunlar içerisinde en başta kadının daha çok toplum yaşamına girmesi geliyor. Her ne kadar bunu biz kendi toplumumuzda tersi bir mücadelenin olduğu şeklinde bir saptama yapabiliyorsak da şu andaki konumuz dışında olduğundan bunu şimdilik bir kenara bırakmakta yarar var. 

Evde, çocuk, anne ve babayla rol modelleri oluşturmakla başlayan ondan korunma, gelişme, yaşama ve katılım boyutunda farklı perspektiflerde katkı alıyor. Zaten bu saydığım korunma, yaşatma, gelişim ve katılım da çocuk haklarının dört temel prensibi. Anneden ve babadan farklı şekillerde ve ağırlığın değiştiği boyutlarda bu katkıyı alan çocuk yaşama hazırlanmış oluyor.

Çünkü yaşam evde başlıyor , sonra okula dönüşüyor. Okullu olunduktan sonra da iş yaşamı geliyor ki zaten artık anne-baba himayesine gereksinim belki sadece sevgi ve şefkat görme boyutunda kalıyor.

İşte bu durumda çocuğun yaşamında hem anne hem baba farklı ama çok önemli rolleri üstlenerek  çocuğun yaşama hazırlanmasını sağlıyorlar. Ama bunlardan çok daha önemlisi çocukta yarattıkları, verdikleri güven duygusu. Çocuklar anne ve babalarından güvende olmak duygusunu alıyorlar. Bu duyguyu yaşamın başında yaşadıklarında ve bunu içselleştirdiklerinde yaşamın geri kalanı daha rahat  ve güvenli yaşanan bir yaşam oluyor. Bu, anne ve babayla yaşamanın en önemli boyutu.

En sık gördüğümüz boyut anne -babanın boşanması sonucu oluşan ayrılıklar ve tek evebeynlik. Ama buna ölümlerle gelen tek ebeveynliği de eklemek gerekiyor. Bu ikisi en sık karşılaştığımız boyut.

Ölüme yapacak bir şey yok ancak, boşanma sonucu oluşan tek evebeynlik durumunda özellikle erişkin insan olarak anne-babanın çocuklarına karşı olan sorumluluklarını mutlaka sorgulamaları gerekiyor. Çünkü kendileri için daha iyi bir yaşam peşinde koşan anne veya baba, bazen her ikisi, aslında küçüçük yaştaki çocuklarına kaldırılması çok güç bir travma yaşatıyorlar.

Bu travma öylesine ağır oluyor ki hep yanlarında taşıdıkları ve önlerinde engeller yaratabilen güçte zararları da birlikte getiriyor. Bu çağın getirdiği en büyük kişilik özelliklerinden birisi egoizm. Önce ben demek artık karakteristik özellik haline geldi.

Ama anne- baba olmuş erişkinlerin bunu deme hakkı var mı, yaşadıklarının faturasını çocukların çekmesi ne kadar doğrudur bence tartışılması gereken bir konudur.