Sayfalar


ULUSAL İLETİŞİM AĞI

31 Ekim 2011 Pazartesi

Kadın Sığınma Evleri, Konukevleri; Türkiye’de Durum


Son günlerde sayıları çok artan aile-içi şiddet olayları için çözüm çalışmalarındaki en önemli rolü kadın sığınma evleri oynamaktadır.

Şiddeti yaşayan kadının o andaki en acil arayışı sığınabileceği güvenli bir yerdir. Bunun sağlanamadığı ortamlarda kadınların güvenliği dahası yaşam tehlikesi baş göstermektedir. Bu yüzden de  bu sığınma evleri çok önemlidir.

Yerel yönetimlerim yapma  zorunluluğu olan sığınma evlerinin sayısı %5’lerde seyretmektedir. Yani yapma zorunluluğu olmasına karşın yerel yönetimlerin bunu yapma konusundaki vurdumduymazlıkları  çok açıkca görülen bir tablodur.

Her ne kadar fiziksel, cinsel, duygusal, ekonomik şiddete maruz kalan kadınlar için dense de ancak  yoğun şiddete maruz kalan kadınların bile pratikte yer bulmakta zorlandıkları bir durumun yaşandığı görülmektedir. Bazı vakıf ve derneklerin de açmış oldukları konukevleri ise model oluşturmanın yanı sıra çok sınırlı kapasiteleriyle işlevsel olabilmektedir.
  
Amerika’daki duruma göz attığımızda sayısal olarak yeterliliğe yakın bir sayının olmaktan öte daha da dikkati çeken boyut buralarda kurbanın rehabilitasyonu, beceri edinme, çocuklarıyla iletişim gibi birçok konuda eğitim görebilmesi için programların var olduğunu göstermektedir.
  
Amerika’da kadın sığınma evi sayısının yaklaşık 1500 tane olduğu bilinmektedir. Bu kurumlarda konuyla ilgili 600 program sayesinde aile-içi şiddete maruz kalan kadın ve ailelere destek sağlanmaktadır. Sığınma evlerinin temel işlevi, herhangi bir saldırı ya da şiddet için risk altındaki ya da risk periyodunda olan kadınlara da destek sağlamaktır.
  
Sığınma evlerinin, kadına yönelik şiddeti azaltıp azaltmadığı, değerlendirme için sorulması gereken sorulardandır. Bu soruya verilecek mantıklı cevap, saldırıda bulunan kişinin, olaydan sonra kadına ulaşamamasının zaten riski azaltacağıdır.

Diğer önlemlerin alınması için zamana ihtiyaç olduğu görülmektedir. O zaman kadın sığınma evlerinin  sayısının arttırılması için çalışmaların yapılması  gerekmektedir. Ama bu çalışmalar sırasında buraya gelenlere sadece konaklama hizmeti değil  aynı zamanda Amerika’dan verdiğimiz  örnekte olduğu gibi   rehabilitasyona ve donanımlarının gelişmesine yönelik  programlara da  mutlaka yer verilmelidir.

Bu direkt olaya maruz kalmış olan kurbanlar için ilk adımdır. Bunun bir adım öncesi ise bu saldırıları azaltmak için de cezaların indirim kapsamı dışında uygulanabilmesi önemlidir. Bu da ancak yargı  mensuplarının eğitimi ile mümkündür.

Adalet Akademisi gibi bilimsel düzeyi ve eğitim performansı yüksek bir yerden de faydalanılabileceği  düşünüldüğünde buna çok hızlı bir başlangıç yapılabileceği görülmektedir. 

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org 

23 Ekim 2011 Pazar

Kadınlara Şiddet Neden Bu Kadar Arttı?


Son dönemde yer alan aile-içi şiddet olgularındaki inanılmaz vahşetle beraber sayısal artış, bu  konunun daha da yoğun irdelenmesinin gerektiğini gösteriyor. Özellikle erkeklerin kadınlara yönelik  şiddetinin çocuklara yönelik şiddetin çok önüne geçmesi düşündürücü bir boyutu oluşturuyor.

Neden bu dönemde erkeklerin kadınlara şiddetinin arttığını araştırdığımızda, farkındalığın son  dönemde artmış olmasının bir ölçüde etkili olmuş olabileceğini söyleyebiliriz ama bunun son  dönemdeki vahşeti ve özellikle öldürme olaylarının artmasını açıklamadığını görmekteyiz.

Özellikle öldürmenin de ötesinde vahşet uygulanmasının sıradanlaşması da öne çıkan bir başka  boyutu oluşturmakta.

Sokak ortasında bıçaklayarak ve bıçağı da sırtında bırakarak giden kişilerin o kadınlarla bir dönem  yakın yaşamış olmalarına inanabilmek oldukça zor ama hepsinde de kıskançlık ve hükmetme isteğinin   ana nedenler olması da neden sorusuna kısmı de olsa bir cevap veriyor.

Çözüm çalışmaları yaparken doğru teşhislerin de çok önemli olduğunu söylemek gerekiyor.

Geçen günlerde bir toplantıda bir psikoloji profesörünün konu hakkında bilgi sahibi olmadan genel  görüşle, “şiddete sıfır tolerans bunu yapanları da aynı konuma sokar” düşüncesini savunmasında bu  konu hakkında çalışmamış olmasının neden olduğunu söylemek mümkün ama bunu bilimsel bir görüş  olarak verince yanlışlar başlıyor.

Son dönemde bakıyoruz tüm bu davalarda iyi halden indirimlerle düşük cezalar veriliyor. Özellikle bir  erkek tarafından dövülen kadına yardım etmeye çalışan iki kişiye dayak atanla aynı cezanın verilmesi  gibi trajikomik durumların suçu işleyenleri caydırdığını söyleyebilmek mümkün değil.

Siz hem cezayı az vereceksiniz hem de dayak atana karşı hoşgörüyü elden bırakmayacaksınız hem  de aile-içi şiddet olaylarının azalmasını bekleyeceksiniz.

Bunun çok gerçekçi bir yaklaşım olmadığını zaten yaşanan olaylar gösteriyor.  

Ama en kötüsü, mikrofonu önünde bulan herkesin ahkam kesmesi, daha da kötüsü ise söylediğinin doğru olduğuna inanması.

Okumadan, araştırmadan ben nasıl olsa akademisyenim, eski okuduklarımla, genel bilgimle bunu idare ederim diyenlerden dolayı kamuoyu da yanlış bilgileniyor.

Bakalım çözüm arayışlarında daha neler göreceğiz?

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

16 Ekim 2011 Pazar

Yargıya Çocuk Hakları Eğitimi


Son dönemde  şiddet olaylarındaki artış özellikle kadına ve çocuğa yönelik olarak kendini  gösteriyor.

Bunda farkındalığın artışı bir etken midir sorusunun cevabı maalesef hayır çünkü gerçekten olaylarda ciddi bir artış var. Bu artış sadece fiziksel şiddette değil. Aynı şekilde cinsel şiddette de artış dikkat çekici boyutta.

Her zaman çözüm yollarında konuşulan en önemli konulardan birisi çözüm için neler yapılabileceğidir.  Birçok farklı katmanda farklı çözümlerden konuşulabilir ama en önemli olan ve en etkili olan yöntemin  caydırıcılığı olan cezalar olduğunda herkes hemfikirdir.

Ancak, bazen öyle şeyler oluyor ki o zaman bu suçların azalacağına olan inancınızı da kaybediyorsunuz. Bunun en iyi örneklerinden birisi ilk kamuoyuna yansıdığında herkesin kanını  donduran, Mardin’de N.Ç.’nin yaşadığı olay.

Mardin’de daha 13 yaşında olmasına karşın sokakta başıboş gezdiği bilinen N.Ç.’nin, içinde  memurların da olduğu 28 kişinin tecavüzüne uğradığı saptandı.

Suçu işleyenlerin, “sokaklarda başıboş geziyordu, çağırınca geliyordu” diyerek kendini savundukları olayda, mağdurun 13 yaşında olması, ailesinin çocuğa sahip çıkmaması gibi faktörlerin nasıl oluyor da sanık lehine kullanılabildiğini, çocuk hakları savunucusu olarak algılayabilmek bile mümkün değil.

Caydırıcılık kavramının altını çizmenin ötesinde çocuğun yüksek yararı temel prensibinin akla bile gelmediğini söylemek belki de en doğru tespit olacaktır.

O zaman neden Çocuk Hakları Sözleşmesini imzaladık ve ondan bahsediyoruz. Neden ÇİMler kuruyor  ve çocuktan yanayız diyoruz.

Hepsi boş olmuyor mu?

O zaman yargıyı da listenin başına yazarak konuyla ilgili çalışan tüm meslek gruplarına çocuk haklarını ama maddelerini değil felsefesini anlatmak gerekiyor.

Belki de buradan başlamak en doğrusu.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org 

9 Ekim 2011 Pazar

Dünya Çocuk Gününü Hatırlamayan Türkiye


Her Ekim’in ilk Pazartesi tüm Dünya’da kutlanan Dünya Çocuk Günü’nün bu sene bizde hiç hatırlanmamasının nedeni acaba nedir diye hiç kendinize sordunuz mu?

Çocuklar önemsenmiyor mu yoksa, çocuklar ayrı bir birey olarak kabul edilmiyor mu yoksa, çocuk gününün hatırlanmasına gerek duyulacak bir problemi ya da gündemi yok mu gibi birçok nedeni  sayabiliriz ama sonuçta Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni imzalayalı 23 yıl geçmesine karşın ne olduğunu bilmeyenlerin büyük çoğunluğu oluşturduğu bir toplumda yaşadığımızı da unutmayalım.

Şiddet ve  eğitimsizlik, çocuklarla ilgili iki temel sorunumuz olarak gözüküyor.
 
Detaylı bakacak olursak, adalet sistemindeki Çocuk Adalet Sistemi içinde yapılan bazı revizyonlar ve kanun değişikliklerine rağmen pratikte hala çocuklar erişkinlerle aynı yerde cezalarını çekiyorlar. Başka deyişle, onları kazanmıyoruz tam tersi tam bir kayıp olgu oluyorlar.

17 Eylül 2010 itibariyle altı bin 233 çocuğun gözaltında bulunduğuna; bu çocukların bir kısmının hala yetişkinlere ait hapishanelerde ve gözaltı merkezlerinde tutulduğuna da dikkat çekilmiş.

Adalet Bakanlığı’nın hala bu konuya eğilmemesi de büyük bir problem. Çocuk Mahkemeleri düne göre çok daya yaygın ve etken ama hala işler iyi gidiyor denecek boyuta gelemedik.
  
Çocuk haklarının temel prensibi olan “her çocuk yaşının gerektirdiği hayatı yaşar” prensibini hapishane ve gözaltılar dışında çiğneyen çok önemli bir başka konu da çocukların çalıştırılması.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre Türkiye'de yaklaşık 17 milyon çocuğun bir milyonu çalışıyor.  İş Kanunu'nda çalışmaya başlama yaşı 15 olarak gösterilmesine rağmen, hafif işler için bu, yasalarla 13 yaşına kadar inebiliyor.

Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) de çocuk işçi tanımındaki yaş sınırı 15, Türkiye'de ise çalışan bir milyon çocuğun yüzde 21'i 12 yaşında, yüzde 28'i 11 yaşında, yüzde 19'u 10 yaşında, yüzde 9.4'ü ise 9 veya daha küçük yaşlarda iş hayatına başlayan çocuklardan oluşuyor. Türkiye'de 42 bin çocuk sokakta yaşıyor. 15 yaşından küçük çalışanlar, 18 yaşından küçüklerin yüzde 70.9'unu oluşturuyor. Üstelik bu çocukların yüzde 62.4'ü yine haftanın altı günü, günde 12 saatin üzerinde çalışıyor.

Rakamlar çok açık bir şekilde problemin büyüklüğünü gösterdiğinden buna eklenecek daha çok birşey  yok.

Eğitimde eşitsizliğin özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki kız çocuklarını etkilediğini  görmekteyiz.

Halen tüm kampanyalara rağmen yaklaşık 200 bin çocuğun okullaşamaması, okullaşanlarınsa devamsızlıktan dolayı okula gelmediğini göz önüne alırsak, eğitimdeki kırmız alarmı görmüş oluruz.

Şiddet ise toplumsal düzeyde ve özellikle aile içinde ve kadına yönelik olarak büyük tırmanış göstermekte. Gelecekte de bu konunun uyuşturucuyla birlikte çok başımızı ağrıtacağını söylemek için kahin olmanın gerekmediğini söyleyerek bu haftaki yazıyı sonlandırıyorum.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

2 Ekim 2011 Pazar

Yüksek Öğretimde Ne Durumdayız?


Eğitimin bir milletin kalkınmasindaki temel unsur olduğunu bilen ve tüm plan ve enerjilerini bu konuda  harcayan ülkelerin geldiği nokta, Kore, Japonya gibi ülkelere bakınca açıkca görülmektedir.

Burada eğitim ve öğretim diyerek iki farklı kategori olduğunu belirtelim. Öncelikle öğrenimle bir işi  yapabilen eleman yetiştirmek istediğimizi sonra da bu insanların vasıflı, kalifiye ve kaliteli insan olmaları için çabalamamız gerektiğini belirtelim.

Dünya artık ekonomik göstergeler üzerinden döndüğünden öncelikle refahı sağlamak temel hedef  haline gelmiş durumda.

Peki, bizde durum ne? Yükseköğrenimdeki duruma rakamlarla bakacak olursak, şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz: Üniversiteler yaklaşık tüm illerde bulunmaktadır. 104’ü devlet, 62’si vakıf olmak üzere toplam üniversite sayısı 166’dır. 

Yükseköğretimde net okullaşma oranına bakıldığında, 2001/02 yılında %12,9 olan toplam oranın 2009/10 öğretim yılında %30,42’ye yükseldiği görülmektedir. Kadınlar açısından bu oran 2001/02 yılında %12,1 iken 2009/10 öğretim yılında %29,6’ya yükselmiştir. Yükseköğretim kademesinde cinsiyet oranı %83,38’dir. 2009/10 yılı itibariyle üniversitede eğitimini sürdüren 3.529.334 öğrencinin 1.566.701’ini, %44’ünü kız öğrenciler oluşturmaktadır. Lisansüstü düzeyde yüksek lisans ve doktora programlarına devam eden öğrencilerin ise %46,8’ini kadınlar oluşturmaktadır.

Diş Hekimliği, Eczacılık, Edebiyat, Dil, Tarih ve Coğrafya, Fen, Eğitim, Güzel Sanatlar, İlahiyat ve Mimarlık Fakültelerinde kadın oranı erkeklerden fazla iken, Tıp, Mühendislik, Ziraat, Veterinerlik, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinde erkek öğrencilerin çoğunlukta olduğu kaydedilmektedir.

Akademik personelde ise kadının durumuna bakıldığında Profesör, Doçent, Yardımcı Doçent, Öğretim Görevlisi, Araştırma Görevlisi ve Okutman kadroları içinde kadın oranının birçok ülkeden daha yüksek olduğu (yaklaşık %38,7) görülmektedir. Bu, çok önemli bir oran olmakla birlikte rektör (%5,2) ve dekanlık (%15,3) gibi üst pozisyonlarda erkek egemenliği devam etmektedir.

Yukarıdaki tablonun rakamsal olarak çok kötü olmadığını hatta iç açıcı bir boyutu olduğunu söylemek mümkün. Ancak, orta ve uzun vadeli stratejik planlamada ülkemizin ne tip elemana gereksinim duyduğu hatta Dünya ölçeğinde geçerlilik açısından nereye yatırım yapmamız gerektiğini tartışmıyor olmamız büyük bir eksiklik.

Şu andaki yapılanmada bir sürü işsiz yüksek öğrenim bitirmiş elemana sahip bir ülke olduğumuz  tablosunu acaba nasıl değiştirmeliyiz?

Teknik eleman yetiştirmek ya da tam tersi.

Yüksek lisans ve doktora programlarına ağırlık vererek konuya özel elemanlar yetiştirmek.

Bu iki uca doğru yatırım yapamazsak, sadece aynı tornadan çıkmış temel bilgilere sahip vasıflı olamamış yüksek öğrenim görmüş mühendisler, mimarlar, iktisatçılar yetişecek daha doğrusu  yetişiyor ve işsizler ordusuna katılıyor.

Buna karşılık teknisyenler yok, marangozlar yok, işin ustası elemanlar yok. Piramidin altından üstüne  gittiğimizde ise konuya spesifik elemanlar hiç yok.

Demek ki yüksek öğrenimi sadece üniversite açmak olarak değil, aynı zamanda eğitimin şeklini  saptayarak planlamak önemli.

Türkiye dışarıdan umut veren bir ülke olarak tanımlanıyor. Bunun başlıca sebebi de genç nüfusun büyük oranda oluşu. Bunu akılcı kullanmak gerekiyor.

Yoksa, avantaj orta vadede dezavantaja dönebilir.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org