Sayfalar


ULUSAL İLETİŞİM AĞI

26 Aralık 2010 Pazar

Kaçırılan Çocuklar Meclis Komisyonu Taslak Raporunu Açıkladı

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de son yıllarda artarak karşımıza çıkan kaçırılan çocuklar problemi önem kazanmaya başladı.

Çocuk hakları ihlalleri arasında önemli yer tutan ve çocuklara karşı işlenen suçlar arasında çok önemli bir yeri olan kaçırılan ve kayıp çocuklar problemi etkisini hissettiren bir problem olmasına karşın  gerçek rakamların ortaya çıkmaması yüzünden net bir resim çekmenin mümkün olmadığını   söyleyebiliriz.
 
Son dönemde artan olaylar üzerine Meclis’te bir araştırma komisyonu kuruldu. Komisyonun başkanı  seçilen İncekara’nin aktif ve enerjik girişimleri, komisyonun etkili olmasını sağladığını düşünüyorum.

Geçen hafta ismi ''Kayıp Çocuklar Başta Olmak Üzere Çocukların Mağdur Olduğu Sorunların Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi' Meclis Araştırma Komisyonu”  bir taslak rapor hazırlayarak kamuoyuyla bunu paylaştı.

Rapora göre yoksulluk, göç, eğitimsizlik, okul sorunları, aile baskısı, anne baba ayrılığı, çok çocuklu ailelerde çocuğun ihtiyaçlarını karşılayamaması temel sorunları oluştururken bu problemler çocukları   ensest, aile içi şiddet,  ihmal ve istismara açık kılmaktadır.

Çocuklarla ilgili olarak raporda, ailelerin yanından ayrılan çocukların önemli bir  kısmını 15 yaşından büyük ve kız çocukları oluşturmaktadır.

Kayıp çocukların önemli bir kısmını kız çocuklarının duygusal beraberliklerinin onaylanmaması, beraber olduğu kişinin cinsel istismarı; evlenme vaadiyle kandırılması ya da fuhuş amacıyla kullanılması oluşturmaktadır.

Görüldüğü gibi kız çocukların üzerindeki baskı, ebeveynlerle yaşamı paylaşmamaları  ve bu yüzden kandırılmaya açık olmaları bu çocukların evden kaçmalarına ve başlarına bir çok problemin gelmesine   neden olmaktadır.

Çocuk kaçırma olgularında nedenlerin yaş gruplarına göre değiştiği gözlenmektedir. Yaşı küçük çocukların kaçırılma nedenleri arasında evlatlık edinme, dilendirilme gibi nedenlerin  ön plana  çıktığı  görülmektedir.

Dünyada çocuk  kaçırma nedenleri arasında organ ticareti önemli bir yer tutarken Türkiye’de bununla ilgili resmi rakamların olmadığı ve bu açıdan bizde bu tip olayın yaşanmadığı raporda  belirtilmektedir.

Taslak rapora göre çok çocuklu aileler, kendi ergenlik sorunlarını halletmeden önce anne, baba olan ailelerin çocukları, ailede şiddetli geçimsizlik, işsizlik, yoksulluk, şiddet, eğitimsizlik gibi olumsuzluklar öncelikle çocukları etkilemektedir.

Rapora göre çocukların, sıkıcı aile ortamından, dayaktan, kötü muameleden, sefaletten kurtulma hayallerine kapılması sonucu  evden kaçmalar görülmektedir.

Çocukların kendi istekleriyle evden ayrılması; çocuğun kişilik özellikleri, arkadaş ortamı, okuldaki başarısızlık, aile baskısı, anne baba ayrılığı, dede-nine gibi aile büyüklerinin yanında yaşama, başkalarının hayatına özenme, macera hevesi, büyükşehir cazibesi, para kazanma arzusu, güvensizlik gibi nedenlerden kaynaklanıyor.

Ergenlik sorunları, eksik ve yanlış cinsel bilgilendirmeler ile ensest ve taciz de çocuğu kaçmaya yönelten diğer nedenler arasında.

 Raporda, çocukların kaybolmasını önlemek için öneriler şöyle sıralanmıştır;


- Aile yapısı güçlendirilmeli, anne ve babanın sosyal yapısı yükseltilmeli,

- Ebeveynin aile içi iletişim konusunda beceri kazanması sağlanmalı,

- Ailenin ekonomik koşulları desteklenmeli,

- Çocuklar olumlu yaşam davranışları kazanmaları için desteklenmeli,

- Göç yaşayan aileler yeni yaşam yerlerine uyum sağlayabilmeleri için sosyal programlara dahil edilmeli,

- Bedensel ve ruhsal risk etmenleri olan çocuklara danışmanlık, rehberlik ve tedavi verilmeli,

- Çocukların okul durumları izlenmeli, uyum sorunu yaşayan çocukların okul sistemi içinde tutulması konusunda gerekli müdahaleler yapılmalı,

- Çocuklar duygusal beraberlikler konusunda bilinçlendirilmeli,

- Medya, olumlu rol model oluşturmayı hedeflemeli,

- İnternetin doğru kullanımı sağlanmalı.

Bu raporun da Meclis Sokak Çocukları Araştırma Komisyonunun raporu gibi raflarda tozlanmaması  dileğiyle.


Kaynak gösterimi: Polat, O., www.0-18.org, Başyazı

19 Aralık 2010 Pazar

Çocukların Yoksulluk Nedeniyle Kobay Olarak Kullanılmaları

Yoksulluk her geçen gün Türkiye’de kendini hissettiren bir kavram. Aslında bu çok büyük bir sürpriz değil. Çünkü Dünya’da da bu konu her geçen gün daha çok tartışılmakta. Özellikle yoksulluğun çocuklara etkilerinin daha da yoğun tartışıldığını biliyoruz.

Her ne kadar son dönemde kişi başına düşen gelirin 10.000 Dolarlar düzeyinde olduğunu söyleyen bir iktidarın, bu gelir eğer doğruysa, nasıl dağıldığıyla ilgili bir şey söylemediğine dikkat çekelim. Çok söyleyecek bir şey yok. Çünkü gelir dağılımı eşitsizliğinin artan nüfusa oranından çıkan sonucun adı yoksulluk ve bunu en çok çocuklar hissediyor ve hissedecek.

Yoksulluğun çocuklar üzerindeki etkilerine baktığımızda bir çok farklı etkiyi görmek mümkün. Sokaktaki çocukları, suça itilen çocukları, beslenme sorunlarına kadar bir çok farklı olaydan bahsetmek mümkün. Bunlara çocukların para kazanabilmek için yaptıkları veya daha doğru söylemle yaptırıldıkları işleri de eklemek gerekmektedir.

İşte bunlardan birisi de çocukların ilaç deneylerinde kullanılmaları olayı. İlaç şirketleri deney yapma amacıyla para karşılığı kobaylar bularak onları kullanırken tercihlerinin ilk sırasında hep çocuklar yer almakta.

Örneğin A.B.D.’de, AIDS tedavisinde kullanılmak üzere üretilen ilaçların hazırlanma aşamasında, bebeklerin kobay olarak kullanıldığı saptanmıştır.

New York’ta, HIV virüsü taşıyan çocukların tedavi altına alındığı NY Çocuk Bakım Merkezinde, Harlem bölgesinde bulunan merkezde, 1995-2002 yılları arasında 100’den fazla çocuğun henüz sonuçları bilinmeyen HIV virüsü ilaçlarına kobay olarak kullanıldıkları ortaya çıkarılmıştır. En çok siyah ve Latin bebeklerin kobay olarak kullanıldıkları merkezde, yoksul ailelerin çocuklarının deney aracı olarak kullanıldıkları görülmüştür.

Son günlerde medyaya yansıyan haberlerde de gelişmiş ülkelerde yeni ilaçların denenme aşamaları olan fazlarda kullanılacak kobay bulunmasında büyük problemler yaşandığı görülmektedir.

Bu nedenle de Türkiye’nin de içinde bulunduğu 3. dünya ülkelerine yönelen ilaç şirketlerinin kobay olarak yoksula ailelere yöneldiği ve para karşılığı  bu deneylerde  kobay kullandığı  görülmektedir.

Kobay olarak çocukların kullanılmalarının ne tip problemler yaratacağına baktığımızda, ölümlerin, sakat bırakmaların ve genetik bozuklukların ortaya çıkma potansiyeli olması çocukların kobay olarak kullanılmamaları sonucunu getirmektedir.

Yoksulluk görüldüğü üzere bir çok problemin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Kobay olarak kullanılmanın hiç aklımıza gelmeyecek ciddi sonuçları olabileceğini unutmamakta yarar bulunmaktadır.


Kaynak gösterimi: Polat, O., www.0-18.org, Başyazı

12 Aralık 2010 Pazar

Eğitimde Sonunculuğumuzu Belgeleyen Bir Başka Araştırma Daha...

Aslında bu haftanın gündeminde Meclis’in alt komisyonunda kabul edilen silah kullanımının  kolaylaştırılması ile öğrencilerin Dünya’nın her tarafında yaptıkları yumurta atarak protesto etmelerinin  sanki bir terör olayı gibi  politikacılar tarafından sunulması olayları vardı.


Ancak, her zaman olduğu gibi eğitim konusunda yaşananların trajik boyutu bu haftayı da eğitime ayırma mecburiyeti yarattı. Milli Eğitim Bakanı’nın hangi çalışma sonunda sınavları kaldıracağız notlarına göre akademik liseye giremeyenler de meslek lisesine girecek demeçlerini çok da önemsemedim. Burada önemsediğim tek boyut bizim gibi ülkelerde çok önemli olan teknik elemanı yetiştiren meslek liselerinin sanki başarısızların okuyacağı bir yer olarak göstermesi oldu. Kendisi ne kadar farkında bilmiyorum ama söylemleriyle meslek elemanı olmayı düşünen bir çok gencin bu fikirlerinden vazgeçtiği ve kendilerini başarısız olarak damgalatmak istemediklerini görüyorum. 

OECD kapsamındaki 35 ülkeyi içine alacak şekilde yapılan PISA (Programme for International Student Assesment) isimli bir araştırmanın sonuçlarına göre öğrencilerin bilgi düzeyi sondan 2. gelmekte.

Uluslararası Öğrenci Değerleme Programı olarak tercüme edebileceğimiz bu  araştırmada her 3 yılda bir 15 yaşındaki öğrencilerin bilgi düzeyi değerlendiriliyor. Fen-matematik ve okuma alanlarında yapılan bu ölçme her ülkedeki öğrencilerin bilgi düzeyini araştırıyor.

Güngör Uras’ın Milliyet’teki  köşesinde yer verdiği sonuçlara göre tablo şöyle;

- Fen/Bilim’de en yüksek puan 575, en düşük puan 415, Türkiye 454 puan ile sondan 2’nci,
- Matematik’te en yüksek puan 600, en düşük puan 415, Türkiye 445 puan ile sondan 2’nci,
- Okuma/Anlama’da en yüksek puan 556, en düşük puan 314, OECD ortalaması 493, Türkiye 464 puan ile sondan 3’üncü.


Bu sonuçları görünce, SBS (Seviye Belirleme Sınavı) ucubesine sıkışmış Milli Eğitim Bakanlığı’na  sormak gerekiyor. Bizim gibi genç nufusa sahip bir ülkede eğer bu gençliği doğru şekilde eğitemez, onları doğru yönlendiremezsek, o zaman kısa bir süre sonra yaşanacak olayları nasıl önleyeceğiz?

Yaşanacak şiddetin, anarşinin tohumlarının, şimdiden bu organizasyon bozukluklarına bağlı  oluştuğunu görmemek mümkün mü?

Eğer etkilenen bizler olmasak, o zaman sadece vizyonu olmayan politikacılar deyip geçeceğiz ama toplumu en çok etkileyen faktörlerden birisi eğitimdeki başarısızlığımız. Dünümüzü, bugünü ama en çok da yarını etkileyecek.

Durumun farkında olan hala sadece bir avuç kişi...


Kaynak gösterimi: Polat, O., www.0-18.org, Başyazı


5 Aralık 2010 Pazar

Seviye Belirleme Sınavı ve Zigzaglar

Bu hafta  yine bir skandal  haberi televizyon ve gazetelerde görünce yönetilemiyor olduğumuza bir kez daha inandım. Bu yönetilememe sendromu özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nın uygulamalarında daha da öne çıkıyor.

Hangi birinden başlamak gerekiyor bilemiyorum ama son haftaki yedinci sınıf öğrencilerinin SBS  sınavına girme kararı herhalde skandal ötesi bir durum.

Bu çocukların yaşadıkları travma sadece sekizinci sınıfa yöneldiğinde daha da mantıklı olabileceği  düşüncesi herkes tarafından kabul görmüştü.

Aslında bu tip sınavlar dünyanın bir çok ülkesinde artık kaçınılmaz olarak var. Özellikle Japonya bu konuda çok sayıda sınavın yaşanması sürecini yoğun olarak yaşıyor. Bu durumun kaçınılmaz olduğu ve başka şekilde yüksek öğrenim sürecinin çözülemeyeceği Japonya’da tüm otoriteler tarafından kabul edilmekte.

Finlandiya bugün Dünya’da eğitimin en iyi uygulandığı ülke olarak kabul edilmekte ve eğitim sisteminde bu tip sınavların yapılmadığını belirtelim. Finlandiya’da insan kaynağının bu denli üst düzeyde olması eğitimin sonucu.

Ama asıl unutulmaması gereken konunun nüfus sorunu olduğunu belirtmek gerekir. Nüfus arttıkça  genç nüfusun öğretime yerleştirilmesi de problem olarak karşımıza gelmekte.

Bu durumda da her eve 3 çocuk diyen bir Başbakana sahip olmak önemli bir dezavantaj, çünkü  nüfus planlaması ile o kadar  çok çözülebilecek sorun olmasına karşın geleceğe yönelik projeksiyonlarda  tam tersi bir politika izlenmesi gelecekte eğitimde çok daha artan problemlerle kaşı karşıya kalacağımızı gösteriyor.

Bu çığ gibi artan sorunlara bir de yönetimsel olarak eklenen beceriksizliklerle çocuklara yansıyan travmanın şiddeti daha da yoğunlaşmakta.

Bu son dönemde çocuklar sosyal anlamda gelişme kaydedemedikleri bir dönemde yaşıyorlar. İletişimin ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini bilmedikleri için hepsi de yalnızlık yaşıyorlar. Çocukluk denilen en keyifli dönemin ne olduğunu bile bilmiyorlar.

Hep şunu düşünüyorum; bu SBS denilen sınav ucubesi için çocuklarımızı harcamaya değer mi?   

Bu soruyu Mili Eğitim Bakanlığı’nda başta Bakan olmak üzere diğer bürokratlar hiç kendilerine sordular mı, çok merak ediyorum.


Kaynak gösterimi: Polat, O., www.0-18.org, Başyazı

27 Kasım 2010 Cumartesi

Türkiye’nin Refah Endeksi ve Gönüllülük

Toplumların gelişmişliğinin ilk planda tek faktörünün mali durum analizi olduğu sanılır. Aslında her şeyin parayla ölçüldüğü bizim gibi toplumlarda diğer gelişmişlik kriterleri göz önüne alınmaz bile. Ama uluslararası ölçekler oluşturulurken kriterler içinde mali durum sadece tek bir ölçek olurken gelişmişlikte bir çok başka faktör konuşuluyor.

Refah dediğimiz bolluk içinde rahat bir yaşam olarak tanımlayabileceğimiz refah endeksinin en önemsenen sıralamalarından birini yayınlayan Legatum endeksinde en son sıralarda yer aldığımızı  müjdeleyerek yazıya gireyim.

Geçen haftaki Newsweek Türkiye’de,  M. A. Kılışbay’ın kaleme aldığı yazıda detaylı olarak açıkladığı  Legatum endeksi 9 alt kriterin değerlendirilmesiyle ülkeleri sıralamaya koyuyor.

Önce ilk beş ülkeyi sıralayayım; Norveç, Danimarka, Finlandiya, Avustralya ve Yeni Zelanda. Yüzon ülkenin ilk beşi bu. Son beşe baktığımızda ise Afrika ülkelerini görüyoruz; Nijerya, Etiopya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Zimbabve arasına sadece Pakistan’ın sıkıştığını görüyoruz.

Türkiye’ye gelince genel refah endeksinde 80. sırada olduğunu görüyoruz. Artık Başbakan’ın Dünya’nın en önemli ülkelerinden biriyiz, kişi başına düşen gelirimiz 14 000 Dolara çıktı demeçlerini   nasıl değerlendirirsiniz bilmem ama Dünya’nın en saygın ve üniversitelerde referans olarak kabul edilen endeksinde genel sıralamada sadece 30 ülkeyi geçmiş olduğumuzu ben tekrarlayayım.

Bu endeks oluşturulurken insan hakları ihlallerinin ve kadın-erkek eşitliğindeki gerilik kavramlarının önemli yer aldığını belirtelim. Ayrıca, eğitim ve sağlık harcamalarının bütçelerindeki oranın yüksekliği   petrol zengini ülkeleri üst sıralara çıkarıyor. Ama bizim bütçemizde eğitim ve sağlığa ayırdığımız  oranın düşüklüğü bizi; Fas, Ürdün, Cezayir gibi ülkelerin arkasında olmamıza neden oluyor.

Endeksteki alt başlıklara baktığımızda Başbakan’ın çok övündüğü ekonomide 69., girişimcilikte ve fırsatta 53., yönetişimde 61., eğitimde 82., güvenlikte 83., kişisel özgürlükte 95. ve toplumsal sermayede ise  sondan üçüncü yani 108.ci sıradayız.

Bu yazıda asıl dikkat çektğimiz konuya gelelim. Sondan üçüncü olduğumuz toplumsal sermaye konusuna gelelim. İlk duyduğunuzda anlaşılmasında güçlük çektiğimiz toplumsal sermaye temel olarak şu üç kavramı kapsıyor:

- gönüllülük,
- bizim dışımızdaki insanlara yardım,
- sivil toplum kuruluşlarına destek ve yardım.

Bu konuda sondan üçüncü olduğumuzu hatırlattıktan sonra çocukla ilgili sivil toplum kuruluşlarına ne kadar destek veriliyor, katılım ne düzeyde ve çocukla ilgili konulara olan gönüllülük kavramlarına  ilginin ne düzeyde olduğunu düşünün. Tabii burada bu durumun sadece çocuk konusunda değil diğer konularda da geçerli olduğunu unutmayalım. Yani konu fark etmiyor, tüm konularda tablo aynı.

Sadece Pakistan ve Bangladesh’in üstündeyiz. İran, savaştan yeni çıkmış olan Ruanda bile bizim üstümüzde.

Özetleyecek olursak, yurttaşlık bilincimiz yok. Yaşadığımız toplum için birşey yapma ihtiyacı hissetmiyor ve sadece kendimizi düşünüyoruz.

Bana ne ben kendime bakarım diyebilirsiniz ki şu anda yaşadığımız ortamda bunu görüyoruz ya da düşünmeye başlarız, bunu düzeltmek için ne yapabiliriz diye.
Pardon bir de şunu yapabilirsiniz; Yabancılar bizi kıskanıyor, bizi sevmiyor deyip kafanızı devekuşu gibi toprağa gömebilirsiniz.

Seçim size kalmış...


Kaynak gösterimi: Polat, O., www.0-18.org, Başyazı

14 Kasım 2010 Pazar

Roman Çocukların Durumu

Bu köşede çocuk haklarıyla ilgili konulara yer verirken hem o günün güncel konularına yönelik yorumlar yapmaya çalışıyor hem de ulusal düzlemde yaşanan olayların uluslar arası standartlarda  değerlendirmesi üzerine görüşlerimi aktarıyorum.

Bizim yaşadığımız toplumda da gelişmekte olan diğer bir çok toplum gibi standartların olmaması, bireyin kurumlar kadar önemsenmemesi ve hukuk uygulamalarında yaşanan sorunlar hep o zaman diliminin en sansasyonel olayını buraya taşımamıza neden oluyor.

Ama bazı konular çok ön plana çıkmasa da aslında bizim mozaik toplumumuzda var ve yaşanıyor. UNICEF direktörü ülkemizi ziyaret ettiğinde İstanbul’da küçük bir grupla sivil toplum kuruluşları  temsilcileri olarak uzun bir toplantı yapmıştık.

O zaman gündemde oldukça uzun bir zamanı alan Roman çocuklar konusu benim ilgimi çekmişti. Çünkü dışarıdan bakış açısıyla problem gözüken bu durum bizim gündemimizde çok yer kaplamıyordu.  

Sahada sokak çocukları konusunda çalışmalar yaparken Roman çocuklar hedef gruplarımız içinde yoktu çünkü sokak yaşamı kültürlerinin bir parçası olarak kabul ediliyordu ve yaşanan birkaç olay bu stratejinin doğru olduğunu gösteriyordu.   

Çünkü yanlışlıkla getirilen, ailesi olmadığı düşünülen sokaktaki Roman çocuğun Kurum’a getirilmesinden yarım saat bile geçmeden 50 kişiyi aşkın ailesi olduğunu öğrendiğimiz gürültücü ve olay çıkarmaya eğilimli bir  grup çocuklarını almadan gitmemişti. Yani çocuk sokaktaydı ama tüm aile  zaten sokakta yaşıyordu. Burada ailesiz olduğu için sokakta olan çocuk profili yoktu, zaten sokakta yaşayan bir aileden daha doğrusu bir topluluktan, gruptan bahsediyorduk. 

Aslında yıllardır Çingene olarak isimlendirdiğimiz gruba son yıllarda Romanlar olarak nitelendirilmesine biz de uyalım ve Balkanlar denilen coğrafyada dağılmış bir toplumdan bahsettiğimizi belirtelim. Bu ülkeler içinde bizim de olduğumuzu belirtelim. Ayrıca, Arnavutluk, Bosna, Hersek, Bulgaristan, Kosova, Makedonya, Karadağ, Romanya ve Sırbistan'da Roman çocuklar olduğunu görüyoruz.

Ülkemizde Roman çocukların problemlerinin tartışıldığı bir panelde şu sonuçlarla karşı karşıya  kalıyoruz;

Roman çocukların okul devamlılığının çok kötü olduğu görülmektedir. Burada uyumdan kaynaklanan bir sorun olduğu görülmektedir. Çoğunun nüfusa kaydettirilmemiş olması da bir başka önemli problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Resmen yok olan bu çocukların okula başlama yaşının 10-12 yaşına kadar yükselmesi gibi bir çok sorunla karşı karşıya kalınmaktadır.

Yoksulluk Romanlarda önemli bir sorun olduğu için bu çocukların aile bütçesine katkıda bulunması için  çalıştırıldıkları görülmektedir. Aile içi şiddetin, dayağın da çok yoğun olarak var  olduğu görülmektedir.

Görüldüğü üzere gündeme gelmeyen ama yoğun problemleri olan içimizden bir sorunla karşı karşıyayız. Belki dibimizde olmadığı için farkında değiliz ama böyle sorunumuz da var. Birey önemli  ve her çocuk önemli prensibine inananlar olarak problemlerin tümüne önem vermeliyiz.

Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi olan ayrımcılık yapılmaması prensibinin tipik önemli bir problemi olan Roman çocuklar konusu böylesine önemli bir problem.

7 Kasım 2010 Pazar

4+4+4+1 Eğitim

Geçtiğimiz hafta yapılan 18. Milli Eğitim Şurası Genel Kurulu’nda, zorunlu eğitim uygulamasının 1+4+4+4 şeklinde 13 yıla çıkarılması önergesi oy çokluğuyla kabul edildi.

İlk bakışta sanki iyi bir karar verilmiş ve böylelikle çocukların hepsinin 13 yıl gibi uzun bir sürede zorunlu eğitimle eğitimlerinin  sağlanacağını düşündüren bu haberin arka planına ya da alt metnine baktığımızda aslında 8 yıllık eğitimin tam kelime anlamıyla sabote edildiğini görmekteyiz. 

Komisyon kararı olarak Genel Kurul’a gelen ve tartışılan maddelerden biri olan “Gelişim özellikleri bakımından farklı düzeylerdeki öğrencilerin bir arada bulunmasının ortaya çıkardığı pedagojik sorunların ortadan kaldırılması için ilköğretim okullarında sekiz yıllık zorunlu eğitimin öğrencilerin yaş ve gelişim özellikleri dikkate alınarak kademelendirilmesi, fiziksel mekanların bu kademelere göre öğrencilerin ayrı alanlarda eğitim görmelerini sağlayacak biçimde bölümlendirilmesi, okulların öğrenme alanları olmanın yanında, bir kültür merkezi ve yaşam alanları olarak düzenlenmesi” önerisi Eğitim Bir Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu’nun teklif ettiği önergeyle değiştirildi.

Gündoğan, ikinci maddenin “Eğitim süreleri 1 yıl okulöncesi eğitim, 4 yıl temel eğitim, 4 yıl yönlendirme ve ortaöğretime hazırlık eğitimi, 4 yıl ortaöğretim olmak üzere zorunlu eğitimin 13 yıl olacak” şekilde düzenlenmesini önerdi. Bu önerge, kurulda oylanarak kabul edildi.

Bunu açacak olursak, açıklaması, meslek liselerinde öğretimin yolu açılacak anlamı ortaya çıkmaktadır. Daha açık konuşalım İmam Hatip Liseleri yeniden açılıyor anlamını da çıkartmak mümkün.

İmam yetiştiren ve gereğinden çok daha fazla olan İmam Hatip Liselerinin neden bir kez daha açılması istendiği buradan mezun olanların nerede istihdam edileceği sorularını tartışmıyoruz. Çünkü biliniyor ki bu liselerin eğitiminin normal liseler olarak kabul edilmesi istenmektedir.

Bu durumun zaten kör topal yürüyen 8 yıllık eğitimi daha da zor kılacağını görmek için falcı olmak gerekmiyor. Özellikle en büyük kanayan yaramız olan kız çocukların eğitiminin kırsalda pratikte tamamen bittiğini  görmek için herhalde çok beklemeyeceğiz.

Bu karar büyük sürpriz midir? Hayır, hatta beklenen bir karardı diyebiliriz ama bu çocuklarla SBS, sınavlar derken eğitim süreleri böyle oynamak bence vicdan sızlatan bir durum.

Bunların etkilerini şimdi değil ama yakın gelecekte çok acı bir şekilde alacağımızı da söylemek isterim.  


www.0-18.org

31 Ekim 2010 Pazar

Çocuk Mahkemeleri Ne İçin Kuruldu?

Çocuk Hakları Sözleşmesini imzalamış her ülkede, uygulanma kriterlerinden en önemlisi yargıda çocuk lehine yapılan uygulamalardır. Bunlar içinde dikkat çekici olan ve gerçekten fark yaratacak yapı da çocuk mahkemeleridir.

Nedir çocuk mahkemeleri?

Çocuk mahkemeleri; suç işleyen çocukların yargılandığı, yargıç ve savcısının özel eğitimden geçirildiği, sosyal çalışmacının çocuğun durumu üzerine rapor vererek yargılamayı yönlendirebildiği özel  mahkemelerdir.

Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere çocuk mahkemeleri çocukların yararına olabilecek tüm önlemlerin alınmasının temel hedef olduğu bir uygulamanın yargıdaki yansımasıdır.

Neden bu kadar uzun açıklamalarla yazıya girdim. Çünkü son haftalardaki uygulamalara baktığımızda  ülkemizdeki bir çok uygulamada olduğu gibi burada da çizginin saptığını görerek içim bir kez daha  buruluyor.

Medyaya yansıyan haberlere göre son dönemin dikkat çeken iki olayının faili de çocuk  mahkemelerinde yargılanacak. Hrant Dink davasının sanığı ile Karabulut cinayetinin sanığı da çocuk mahkemelerinde yargılanacak.

Yargı hepimize lazım ve herkese gerekli ama toplum vicdanının da rahatsız olmaması çok önemli. Çocukla ilgili konularda yapılanlara, çeyrek asırdır bu işin içinde olan birisi olarak hayret ediyorum.

Aslında Türkiye’de bir çok şeyin göstermelik olarak yapılmasına şaşırmamayı öğrendim. Yetkililere bakarsanız sokak çocuklarını bugün artık sokakta göremezsiniz, şiddete maruz kalmış bir çocuk   anında istismar tanı ve tedavi merkezlerinde tedavi olmaktadır, kurum bakımı evleri aratmayan bir sıcaklıktadır ve suça itilen çocuklarda ana sorun rehabilitasyon ve topluma kazandırma ve onlar için düzenlenmiş kurumların oluşturulması değil, sadece taş atan çocukların affıdır ve bu liste böyle uzar  gider.  

Ama bazı yapılmış iyi şeyleri bu kadar istismar etmenin de kimseye yararı olmayacağını görebilmek gerekir. Çocuk mahkemeleri kanundaki gibi ülke genelinde yoksa da sayıları azımsanmayacak düzeydedir. Bu mahkemeler için gereken çocuk bürosu olarak kanunda geçen çocukla görüşme için  uzman yeterliliği olmasa da bu konuda her geçen gün yol alındığını görmekteyiz.

Bu iyi şeyleri saydım ama toplumun vicdanını rahatsız eden olgularda sanki ceza azaltmanın bir yoluymuş gibi çocuk mahkemelerine sevk etmek doğru mudur?

Bu konuda adli tıp uzmanı olarak bir konuya dikkati de çekmek isterim. Yaş tespiti için Adli Tıp Kurumuna yollanan olguların muayenesinde kullanılan kriterler acaba neye göre düzenlenmiştir? Tüm dünyada olduğu gibi karşılaştırma yönteminin temel prensip olduğu bu konuda biz gelen olgulara  hangi kriterlere göre karşılaştırıyoruz. Sadece soruyu sorarak son söz olarak şunu söylemek istiyorum.
Doğru düşüncelerin uygulamasını da doğru yapmazsak, amaca ulaşmak imkansız olur. Her şey çocuk için doğru prensiptir ama sadece çocuklar için.   

Yargılama usulüne ilişkin de mahkemenin ihtisasına göre düzenlemeler getirilmiştir. Bu farklardan birisi de Cumhuriyet Başsavcılıklarında bir çocuk bürosu kurulmasıdır. Çocuk bürosu savcıları suça sürüklenen çocuğun soruşturmasını yürütmek, çocuk hakkında acil tedbirler almak ve eğitim, iş, barınma dahil çocuğun ihtiyaç duyduğu destek hizmetlerini sağlamakla görevlidir.

2007 yılında Türkiye'deki çocuk ve çocuk ağır ceza mahkemelerine açılan davalardaki çocuk sanıkların mahkeme türüne ve yaş gruplarına göre dağılımı

2007
Çocuk mahkemesi
Çocuk ağır ceza mahkemesi
12-15 yaş arası
13412
576
16-18 yaş arası
30412
3482
Toplam
43824
4058

24 Ekim 2010 Pazar

Eğitimde Kanayan Yara Dershaneler

Eğitimde temel sorunların başında uygulama alanında görülen dershane merkezli eğitim gelmektedir. Dershaneler bugün  Üniversite sınavlarına, Anadolu ve Süper Liselere ve  seviye belirleme sınavlarına hazırlık yapan yerler konumundadır.

Son  30 yıldır süren bu sistemin özellikle son 10 yılda ve AKP , Milli Eğitim Bakanlığı’nın politikalarıyla dersaneler asıl eğitim yerleri olarak ön plana çıkmıştır.

Dershane merkezli eğitim  şu sorunlara yol açmaktadır:
- Ailelere yüksek harcamalar,
- Çocukların yaşlarının gereğini yaşayamamaları,
- Çocukların okul ve dershane arasında bocalamaları,
- Çocukların yarış ve sürekli sınav ortamına bağlı psikolojik problemler yaşamaları.

Dershane merkezli eğitimden okul merkezli eğitime geçilmelidir.

Ücretlerin Devlet tarafından saptanması ve denetim altında tutularak dershaneler kar getiren kurumlar olmaktan çıkarılmalıdır.

Öğretmenlerin ücret politikası düzenlenerek cazip  bir iş koluna dönüştürülmeli ve  kaliteli insan kaynağı oluşturulmalıdır.

Üniversiteler öğrencilerin okul başarılarına bakılarak, İngiltere’deki gibi  sınavsız öğrenci kabulü  modeline geçilmelidir.

Eğitim program içeriği düzenlenmeli, araştırma, inceleme, sorgulama, analiz ve sentez becerilerinin geliştirildiği bir program içeriği oluşturulmalıdır.

Ezbere dayalı eğitimden vazgeçilmeli, sorgulayan eğitim sistemine geçilmelidir.

Gereksiz yere ağır bilgi yüklemesinden vazgeçilmelidir. Çok kapsamlı bilgi vermek yerine bilgiye nasıl ulaşılacağının öğretildiği pratik bilgilere yönelik, kişiliğin, zekanın gelişimine yönelik müfredatlar oluşturulmalıdır.

Ulaşım zorluğu çekilen yerleşim bölgelerine, pamuk, fındık toplayan işçilerimizin çocuklarına "gezici, mobil okullar" oluşturulmalı; eğitim hizmetleri çocukların ayağına götürülmeli; taşımacı eğitimden vaz geçilmelidir. 

Bunun için "her karavan, bir sınıf" eğitim modeli uygulamaya sokulmalıdır. Ayrıca kız çocukların eğitimi konusunda özellikle doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde ağırlıklı olarak çalışılmalı ve zorunlu eğitim 11 yıla çıkarılmalıdır.

17 Ekim 2010 Pazar

Çocuklar İçin Anayasa

Yeni Anayasanın tartışıldığı şu günlerde referandumda oylanarak kabul edilen maddeler referansında çocuklar için durumun ne olduğuna bakılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.

Referandumda oylanan maddeler içinde özellikle, 10. ve 41. maddeler çocuğu ilgilendiren maddelerdi. Kadınlar için pozitif ayrımcılığın öngörüldüğü 10. madde ile istismarın önlenmesinin önemi üzerine olan 41. maddeler çocukla ilgili olan maddeler.

Bunlara baktığımızda aslında çok da anlamlı bir değişikliğin olmadığı söylenebilir. Çünkü burada belirtilenler, boyutun 1989’dan beri var olan ve en azından kağıt üstünde kabullendiğimiz Çocuk Hakları Sözleşmesinin ilkeleri içinde zaten var.

Bugün toplam nüfusun yarısından fazlasını oluşturan kadın ve çocukların haklarının önemsenmediği bir toplumdayız desem buna itiraz edebilmek için öne sürülebilecek çok argümanın olmadığını biliyoruz. Ama  geçen  hafta  Kadın ve Çocuktan Sorumlu Devlet Bakanı Kavaf, Anayasaya ilk kez çocuk hakları ile ilgili madde koyduklarını ve  çok yönlü önlem aldıklarını katıldığı bir toplantıda belirtmiş. Ancak, çocuklar açısından çok da aydınlık bir resim yok. Artan şiddet olguları, yetersiz önlemler, bilgisiz yaklaşımlar dramatik bir görüntü ortaya koyuyor. Zaten mahkemelerde, olaylara çocukların yararı açısından yaklaşımların öncelikli olmadığı da söylenebilir.

En son Mardin’de, N.C. olayındaki sonuç ve uzayan dava bunun da en önemli örneklerinden birini oluşturmaktadır. Bu tip örnekleri uzatmak maalesef mümkün.  

Bu duruma başka bir açıdan bakmak daha doğru olacaktır. Türkiye, 1989’da Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni imzaladı. Sözleşmeyi referans yaparak revizyonlar yapmak doğru bir yaklaşımdır.
 
Çocuk için dört temel ilke olan yaşama, geliştirme, koruma ve katılım hakları vardır. Yenilik olarak sunulan maddelere baktığımızda, yasada çocuğu sadece korumacı zihniyetle değerlendirilerek olaya yaklaşıldığı görülmektedir.

Çocuğun özgür bir birey olduğu yaklaşımı tamamen göz ardı edilmektedir. Devlet çocuğa, koruması gereken bir varlıktan başka bir açıyla yaklaşmamış diyebiliriz.

Bu dört temel ilkeden katılım ve koruma hakkına yer verilmiş. Ancak, Anayasa’da, yer alması bakımından en fakiri ve hiçbir şey yapılmamış olan yaşama ve geliştirme boyutu yer almıyor. Halbuki   bunlar çok temel ilkelerdir. Çocuğun geliştirilmesi yani eğitimi ile yaşaması yani sağlığının yasa  değişikliğinde mutlaka yer almalıydı.

Dünya’da başarılı örnekler var. Çocuk haklarıyla ilgili ideal Anayasalar olan İskandinav Anayasaları çocuğu çok doğru değerlendirmiştir. Çalışmalar sırasında bunların emsal alınması ve uzman görüşlerinin değerlendirilmesi çok daha yararlı sonuçlar sağlardı.

Özetle şunun anlaşılmasında yarar var; Bugün çocuklar için yapılanlara baktığımızda iyimser olabilmenin çok zor olduğunu söyleyebiliriz.

10 Ekim 2010 Pazar

Okula Gitmeyen Kızlar, Çocuk Anneler ve Yapılamayan Çocuk Hakları Kongresi

İnsan Hakları Sözleşmesi ilk yayınlandığında tüm insanları kapsayan bir deklarasyon olarak artık hakların güvence altında olduğu düşünülmüştü. Ama geçen yıllar bu sözleşmenin tek başına yeterli olmadığını gösterdi. Yıllar içinde başka sözleşmeler de gündeme gelmeye başladı. Bunların en önemlilerinden birisi de Çocuk Hakları Sözleşmesiydi. 1989’da yayınlanan bu sözleşmeyle, imza koyan tüm ülkelerde çocukların korunması, yaşatılması, geliştirilmesi ve katılımı temelinde tüm hakların koruma altına alındığı görülüyordu.

Türkiye de bu sözleşmeye imza koyarak çocukların haklarını koruma altına aldığını ve bundan sorumlu olduğunu deklare etti. Ancak, aradan geçen yıllar çok da iyimser bir tabloyu çizebilmenin  mümkün olmadığını gösterdi.

Geliştirme açısından kız çocuklarının durumu çok çarpıcı bir tablo. Bu yıl çoğu kız olan 100.000   çocuğun, ilköğretim çağına geldiği halde, okula başlayamadığı görülmektedir. Bunlara bir o kadar  daha okuldan alınan ve gidemeyen çocukların da eklenmesi gerekmektedir. Bu çocukların okula   gidemediğinin altının çizilmesi gerekirken sadece konuşulup geçen bir konu boyutunda olması   yeterince dehşet yaratan durum. 

Koruma açısından baktığımızda ise çok daha dramatik bir tabloyu görüyoruz. Şiddetin insidansının artmasının yanında tiplerinin de çeşitlendiğini görüyoruz. Bugüne kadar bildiğimiz fiziksel şiddetle ilgili olayların sayısının artmasının yanı sıra özellikle cinsel şiddetle ilgili haberlerin sayısının çok daha fazla olması bu konuda nereye gittiğimiz konusunda endişe yaratıyor.

Ancak, burada dikkat çekmek istediğim boyutlardan birisi, bazı çocuk hakları ihlallerinin sanki normal bir olaymış gibi algılanıyor olması. Bunun başında da çocuk anneler ya da çocuk gelinler başlığıyla tanımlayabileceğimiz olgular geliyor. Özellikle Doğu ve Güneydoğuda bu tip olayların sayısının çok fazla olması ve bu konuda olumlu bir gidişattan bahsedemiyor olmamız dehşet verici bir durum.

Yapılan bilimsel çalışmalarda gerçek rakamların çok azının ortaya konabildiğini görüyoruz. Çünkü bu  gizli kalan bir konu olarak dikkati çekiyor. Temelinde herkesin duruma razı olması geliyor. Aileler arasında gerçekleşen bu olaylarda şikayet olmadığı gibi müdahil olmak isteyenler de çevrede kötü oluyorlar. Ne sosyal hizmetler, ne sağlık görevlileri ne de polis bu konuda toplumsal engelleri ya da moda deyişle mahalle baskısını aşamıyor.

Başta belirttiğimiz okula gidemeyen kız çocuklarını ve çocuk yaşta evlendirilen kızlarımızı bir araya getirdiğimizde de sorunu ve yansımalarını görüyoruz. Ama bugüne kadar yol alamıyor olmamıza, acaba bu konuları önemsemiyor olmamız mı neden oluyor, yoksa, her geçen gün artan bu nüfusta çare üretebilmenin mümkünsüzlüğü mü? Bunu da tartışmak gerekir.         

İlk defa yapılacak olan Çocuk Hakları Kongresinin son dakikada ertelenmiş olmasının düşündürmesi gereken boyutları var. Devleti, üniversiteyi yanına alan bu dönemin iktidarının en azından karşısında olmayan hatta yakın olan ama mali sorunlarından dolayı kongreyi ertelemek zorunda kalan Çocuk Vakfı’nın neden bu duruma düştüğünün de düşünülmesi gerekir.

Yetkililerin sadece konuşarak bir şey çözemediklerini ve uzmanlar olmadan bir şey yapamayacaklarını hala bilmiyor olmalarının çıplak bir sonucu bugünkü görünümdür. Bu tablo tabii sadece son on yılın ürünü değildir ama bu boyutlara sürüklenmesinde de bu son dönem yöneticilerinin büyük payı vardır.

Bunu da görmek gerekir.

3 Ekim 2010 Pazar

Mardin’de 12 Yaşındaki N.Ç.’nin Tecavüz Davası Sonuçlandı

Türkiye bazı problemlerini çok konuşmayı ve tartışmayı sevmiyor. Cinsel suçlardaki kabarık sicili ve dosyası da bunlardan birisi. Özellikle çocuklara yönelik yapılan bu saldırıların sayısının son yıllarda artmış olmasını ve toplumsal olarak büyük bir problem oluşturduğunu görmezlikten geliyor.

Bu kanıya nereden mi vardım? Çünkü ne Devletin gündemine ne siyasi partilerin gündemine ne de toplumun gündemine yaşanan tüyler ürpertici bir olay olmadığı takdirde gelmiyor.

Şimdi bugünkü uygulamaların dünden çok daha geliştiğini ve çok daha olanakların geliştiği savunmasıyla karşılaşabiliriz ama bu olanakların ne denli yeterli olduğunu, ne kadarının kağıt üzerinden sahadaki uygulamalara geçtiğini analiz etmek gerekir. İbrenin olumsuza yakın olduğunu  hemen göreceksiniz.

Bu yaşananların temelinde bir çok neden var. Kadının değeri veya değersizliğiyle başlayan, kapalı toplum olmamızdan eğitimsizliğe uzun bir zincir olarak uzanan bu nedenleri burada tartışmayacağım. Bu konuda önlem alabilmiş, olumlu örnek oluşturacak ülkelerdeki uygulamalara baktığımızda kurbana hemen tedavi sunabilmek ve saldırgana da en ağır cezanın hemen verilmesi noktasında tavizsiz bir tutum olduğunu görüyoruz.

Cezanın caydırıcılığı dediğimizde, cezanın hem ağırlığı hem de hemen uygulanması olduğunu görüyoruz. 
     
Mardin’de yaşanan olaylar bu konuda çok açık bir örnek. Bundan 7 yıl önce Mardin’de 12 yaşında N.Ç.’nin 28 kişinin saldırısına uğraması, tecavüz yaşaması çok ibretlik bir olay. Kısaca olayı hatırlayacak olursak, 12 yaşındaki N.Ç. aralarında kamu görevlileri yani bu olaylarda güveneceğiniz kişilerin de olduğu 28 kişi tarafından farklı zamanlarda çocuğa tecavüz ettikleri ve bunu farklı zamanlarda tekrarladıkları ortaya çıktı.

Olay kısaca böyle. Net bir olay. Yapanların kim olduklarının bilindiği, küçük bir kız çocuğunun cinsel amaçlar uğruna sömürüldüğü, şiddetin kullanıldığı çok tipik bir olay. Olayın 28 kişi tarafından yapılmış olması da bir başka dehşet boyutu.

Böyle bir davada yargının hızla failler yani bu suçu işleyenler hakkında ibret olacak bir cezayı öngörmesi kamuoyunda caydırıcılığın en iyi örneğini oluşturabilecekken neler oluyor. Yorumsuz olarak aşağıda aktarayım.   

Dava ile karar ancak 7 yıl sonra çıkıyor. Gecikmiş adalet, adalet değildiri hatırlayalım. 35 duruşma yapılıyor. Halbuki suç net, yapanlar belli. Cezalara baktığımızda ise 28 sanık hakkında 8 ay ile 5 yıl arasında cezalar öngörülmüş.

Bugün 19 yaşına gelmiş olan N.Ç.’nin yaşadığı travmanın boyutlarının bu denli belirsizlik içinde nasıl arttığını başka platformlarda tartışmak üzere sadece hukuksal açıdan baktığımızda şunu söylemek gerekmektedir;

Tecavüz suçunda verilen cezalarda ciddi indirimler söz konusudur. Alıkoyma suçunun zaman aşımına uğraması cezaların azalmasına neden olmuştur.

Ayrıca, burada 15 yaşın altında çocuğun rızasının söz konusu olmadığı boyutunun nasıl değerlendirildiğine bakmak gerekir. Mağdur kendi isteğiyle gitmiş yorumunun çocuğun yaşadığı olaylarda söz konusu olmadığının bu gibi olgularda temel kriter olduğunu biliyoruz.

N.Ç’nin yaşadığı olayı duyduğumuzda kanımız donmuştu. Daha 12 yaşında olan bir kız çocuğunun Mardin gibi bir şehirde bir çok kişi tarafından cinsel obje olarak kullanılmasının yarattığı dehşet, şaşkınlığı bile bastırmıştı.

Aradan 7 yıl geçti ve mahkeme sonuçlandı. Olayı hala hatırlayanlar için mahkeme sonuçları ibretlik oldu mu ya da caydırıcı bir sonuç çıktı mı?

Yorumu sizlere bırakıyorum.