Sayfalar


ULUSAL İLETİŞİM AĞI

27 Kasım 2010 Cumartesi

Türkiye’nin Refah Endeksi ve Gönüllülük

Toplumların gelişmişliğinin ilk planda tek faktörünün mali durum analizi olduğu sanılır. Aslında her şeyin parayla ölçüldüğü bizim gibi toplumlarda diğer gelişmişlik kriterleri göz önüne alınmaz bile. Ama uluslararası ölçekler oluşturulurken kriterler içinde mali durum sadece tek bir ölçek olurken gelişmişlikte bir çok başka faktör konuşuluyor.

Refah dediğimiz bolluk içinde rahat bir yaşam olarak tanımlayabileceğimiz refah endeksinin en önemsenen sıralamalarından birini yayınlayan Legatum endeksinde en son sıralarda yer aldığımızı  müjdeleyerek yazıya gireyim.

Geçen haftaki Newsweek Türkiye’de,  M. A. Kılışbay’ın kaleme aldığı yazıda detaylı olarak açıkladığı  Legatum endeksi 9 alt kriterin değerlendirilmesiyle ülkeleri sıralamaya koyuyor.

Önce ilk beş ülkeyi sıralayayım; Norveç, Danimarka, Finlandiya, Avustralya ve Yeni Zelanda. Yüzon ülkenin ilk beşi bu. Son beşe baktığımızda ise Afrika ülkelerini görüyoruz; Nijerya, Etiopya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Zimbabve arasına sadece Pakistan’ın sıkıştığını görüyoruz.

Türkiye’ye gelince genel refah endeksinde 80. sırada olduğunu görüyoruz. Artık Başbakan’ın Dünya’nın en önemli ülkelerinden biriyiz, kişi başına düşen gelirimiz 14 000 Dolara çıktı demeçlerini   nasıl değerlendirirsiniz bilmem ama Dünya’nın en saygın ve üniversitelerde referans olarak kabul edilen endeksinde genel sıralamada sadece 30 ülkeyi geçmiş olduğumuzu ben tekrarlayayım.

Bu endeks oluşturulurken insan hakları ihlallerinin ve kadın-erkek eşitliğindeki gerilik kavramlarının önemli yer aldığını belirtelim. Ayrıca, eğitim ve sağlık harcamalarının bütçelerindeki oranın yüksekliği   petrol zengini ülkeleri üst sıralara çıkarıyor. Ama bizim bütçemizde eğitim ve sağlığa ayırdığımız  oranın düşüklüğü bizi; Fas, Ürdün, Cezayir gibi ülkelerin arkasında olmamıza neden oluyor.

Endeksteki alt başlıklara baktığımızda Başbakan’ın çok övündüğü ekonomide 69., girişimcilikte ve fırsatta 53., yönetişimde 61., eğitimde 82., güvenlikte 83., kişisel özgürlükte 95. ve toplumsal sermayede ise  sondan üçüncü yani 108.ci sıradayız.

Bu yazıda asıl dikkat çektğimiz konuya gelelim. Sondan üçüncü olduğumuz toplumsal sermaye konusuna gelelim. İlk duyduğunuzda anlaşılmasında güçlük çektiğimiz toplumsal sermaye temel olarak şu üç kavramı kapsıyor:

- gönüllülük,
- bizim dışımızdaki insanlara yardım,
- sivil toplum kuruluşlarına destek ve yardım.

Bu konuda sondan üçüncü olduğumuzu hatırlattıktan sonra çocukla ilgili sivil toplum kuruluşlarına ne kadar destek veriliyor, katılım ne düzeyde ve çocukla ilgili konulara olan gönüllülük kavramlarına  ilginin ne düzeyde olduğunu düşünün. Tabii burada bu durumun sadece çocuk konusunda değil diğer konularda da geçerli olduğunu unutmayalım. Yani konu fark etmiyor, tüm konularda tablo aynı.

Sadece Pakistan ve Bangladesh’in üstündeyiz. İran, savaştan yeni çıkmış olan Ruanda bile bizim üstümüzde.

Özetleyecek olursak, yurttaşlık bilincimiz yok. Yaşadığımız toplum için birşey yapma ihtiyacı hissetmiyor ve sadece kendimizi düşünüyoruz.

Bana ne ben kendime bakarım diyebilirsiniz ki şu anda yaşadığımız ortamda bunu görüyoruz ya da düşünmeye başlarız, bunu düzeltmek için ne yapabiliriz diye.
Pardon bir de şunu yapabilirsiniz; Yabancılar bizi kıskanıyor, bizi sevmiyor deyip kafanızı devekuşu gibi toprağa gömebilirsiniz.

Seçim size kalmış...


Kaynak gösterimi: Polat, O., www.0-18.org, Başyazı

14 Kasım 2010 Pazar

Roman Çocukların Durumu

Bu köşede çocuk haklarıyla ilgili konulara yer verirken hem o günün güncel konularına yönelik yorumlar yapmaya çalışıyor hem de ulusal düzlemde yaşanan olayların uluslar arası standartlarda  değerlendirmesi üzerine görüşlerimi aktarıyorum.

Bizim yaşadığımız toplumda da gelişmekte olan diğer bir çok toplum gibi standartların olmaması, bireyin kurumlar kadar önemsenmemesi ve hukuk uygulamalarında yaşanan sorunlar hep o zaman diliminin en sansasyonel olayını buraya taşımamıza neden oluyor.

Ama bazı konular çok ön plana çıkmasa da aslında bizim mozaik toplumumuzda var ve yaşanıyor. UNICEF direktörü ülkemizi ziyaret ettiğinde İstanbul’da küçük bir grupla sivil toplum kuruluşları  temsilcileri olarak uzun bir toplantı yapmıştık.

O zaman gündemde oldukça uzun bir zamanı alan Roman çocuklar konusu benim ilgimi çekmişti. Çünkü dışarıdan bakış açısıyla problem gözüken bu durum bizim gündemimizde çok yer kaplamıyordu.  

Sahada sokak çocukları konusunda çalışmalar yaparken Roman çocuklar hedef gruplarımız içinde yoktu çünkü sokak yaşamı kültürlerinin bir parçası olarak kabul ediliyordu ve yaşanan birkaç olay bu stratejinin doğru olduğunu gösteriyordu.   

Çünkü yanlışlıkla getirilen, ailesi olmadığı düşünülen sokaktaki Roman çocuğun Kurum’a getirilmesinden yarım saat bile geçmeden 50 kişiyi aşkın ailesi olduğunu öğrendiğimiz gürültücü ve olay çıkarmaya eğilimli bir  grup çocuklarını almadan gitmemişti. Yani çocuk sokaktaydı ama tüm aile  zaten sokakta yaşıyordu. Burada ailesiz olduğu için sokakta olan çocuk profili yoktu, zaten sokakta yaşayan bir aileden daha doğrusu bir topluluktan, gruptan bahsediyorduk. 

Aslında yıllardır Çingene olarak isimlendirdiğimiz gruba son yıllarda Romanlar olarak nitelendirilmesine biz de uyalım ve Balkanlar denilen coğrafyada dağılmış bir toplumdan bahsettiğimizi belirtelim. Bu ülkeler içinde bizim de olduğumuzu belirtelim. Ayrıca, Arnavutluk, Bosna, Hersek, Bulgaristan, Kosova, Makedonya, Karadağ, Romanya ve Sırbistan'da Roman çocuklar olduğunu görüyoruz.

Ülkemizde Roman çocukların problemlerinin tartışıldığı bir panelde şu sonuçlarla karşı karşıya  kalıyoruz;

Roman çocukların okul devamlılığının çok kötü olduğu görülmektedir. Burada uyumdan kaynaklanan bir sorun olduğu görülmektedir. Çoğunun nüfusa kaydettirilmemiş olması da bir başka önemli problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Resmen yok olan bu çocukların okula başlama yaşının 10-12 yaşına kadar yükselmesi gibi bir çok sorunla karşı karşıya kalınmaktadır.

Yoksulluk Romanlarda önemli bir sorun olduğu için bu çocukların aile bütçesine katkıda bulunması için  çalıştırıldıkları görülmektedir. Aile içi şiddetin, dayağın da çok yoğun olarak var  olduğu görülmektedir.

Görüldüğü üzere gündeme gelmeyen ama yoğun problemleri olan içimizden bir sorunla karşı karşıyayız. Belki dibimizde olmadığı için farkında değiliz ama böyle sorunumuz da var. Birey önemli  ve her çocuk önemli prensibine inananlar olarak problemlerin tümüne önem vermeliyiz.

Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi olan ayrımcılık yapılmaması prensibinin tipik önemli bir problemi olan Roman çocuklar konusu böylesine önemli bir problem.

7 Kasım 2010 Pazar

4+4+4+1 Eğitim

Geçtiğimiz hafta yapılan 18. Milli Eğitim Şurası Genel Kurulu’nda, zorunlu eğitim uygulamasının 1+4+4+4 şeklinde 13 yıla çıkarılması önergesi oy çokluğuyla kabul edildi.

İlk bakışta sanki iyi bir karar verilmiş ve böylelikle çocukların hepsinin 13 yıl gibi uzun bir sürede zorunlu eğitimle eğitimlerinin  sağlanacağını düşündüren bu haberin arka planına ya da alt metnine baktığımızda aslında 8 yıllık eğitimin tam kelime anlamıyla sabote edildiğini görmekteyiz. 

Komisyon kararı olarak Genel Kurul’a gelen ve tartışılan maddelerden biri olan “Gelişim özellikleri bakımından farklı düzeylerdeki öğrencilerin bir arada bulunmasının ortaya çıkardığı pedagojik sorunların ortadan kaldırılması için ilköğretim okullarında sekiz yıllık zorunlu eğitimin öğrencilerin yaş ve gelişim özellikleri dikkate alınarak kademelendirilmesi, fiziksel mekanların bu kademelere göre öğrencilerin ayrı alanlarda eğitim görmelerini sağlayacak biçimde bölümlendirilmesi, okulların öğrenme alanları olmanın yanında, bir kültür merkezi ve yaşam alanları olarak düzenlenmesi” önerisi Eğitim Bir Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu’nun teklif ettiği önergeyle değiştirildi.

Gündoğan, ikinci maddenin “Eğitim süreleri 1 yıl okulöncesi eğitim, 4 yıl temel eğitim, 4 yıl yönlendirme ve ortaöğretime hazırlık eğitimi, 4 yıl ortaöğretim olmak üzere zorunlu eğitimin 13 yıl olacak” şekilde düzenlenmesini önerdi. Bu önerge, kurulda oylanarak kabul edildi.

Bunu açacak olursak, açıklaması, meslek liselerinde öğretimin yolu açılacak anlamı ortaya çıkmaktadır. Daha açık konuşalım İmam Hatip Liseleri yeniden açılıyor anlamını da çıkartmak mümkün.

İmam yetiştiren ve gereğinden çok daha fazla olan İmam Hatip Liselerinin neden bir kez daha açılması istendiği buradan mezun olanların nerede istihdam edileceği sorularını tartışmıyoruz. Çünkü biliniyor ki bu liselerin eğitiminin normal liseler olarak kabul edilmesi istenmektedir.

Bu durumun zaten kör topal yürüyen 8 yıllık eğitimi daha da zor kılacağını görmek için falcı olmak gerekmiyor. Özellikle en büyük kanayan yaramız olan kız çocukların eğitiminin kırsalda pratikte tamamen bittiğini  görmek için herhalde çok beklemeyeceğiz.

Bu karar büyük sürpriz midir? Hayır, hatta beklenen bir karardı diyebiliriz ama bu çocuklarla SBS, sınavlar derken eğitim süreleri böyle oynamak bence vicdan sızlatan bir durum.

Bunların etkilerini şimdi değil ama yakın gelecekte çok acı bir şekilde alacağımızı da söylemek isterim.  


www.0-18.org